75 yaşında bir delikanlı: İsmet İnönü

İBB Yayınları tarafından okurlarla buluşturulan İsmet İnönü kitabı, Millî Mücadele’nin önde gelen kahramanlarından 2. Cumhurbaşkanımız İnönü’nün hayatının bilinmeyenlerine ışık tutuyor.

Kapsamlı bir inceleme ve araştırmanın ürünü olan eserde, dönemin başat aktörlerinden İnönü’nün Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutma çabaları; savaş sonrası ise Türkiye’nin demokratikleşme ve çok partili yaşama geçme yolundaki girişimleri detaylı olarak irdeleniyor.

İsmet İnönü’nün 1908’den vefatına kadar Türkiye tarihindeki rolüne vurgu yapan kitaptaki kızı Özden Toker’in 1959 yılında kaleme aldığı “Babam 75 Yaşında” yazısı da İnönü’ye farklı bir bakış açısı sunuyor.

Babam 75 Yaşında

Özden TOKER-Akis, 22 Eylül 1959

Babam bu hafta 75 yaşında oluyor. Onun son çocuğu olduğum için kendisiyle geç tanıştım. Doğduğum zaman 45’inde, genç bir başbakandı. Ona ait hatıralarım kaç sene evvele kadar gidiyor şimdi pek kestiremiyorum ama bildiğim onun hep “son derece meşgul” bir insan olduğudur.

Daha pek küçükken onun kapıyı çalış şeklini öğrenmiştim. Uzun, fasılasız bir zil sesi. Kapı açılır açılmaz güler bir yüz, telaşlı bir ses: “Çabuk yemek yiyelim, işim çok”. Şapkasını portmantoya asar, çantasını, o zamandan beri yanından hiç ayırmadığı kıymetli çantasını bir masaya bırakır. Sıkı sıkı tembih eder: “Sakın bir yere kaldırmayın”. O gün gelen gazeteleri mektupları ister, onlara göz gezdirirken, sağa sola telefonlar ettirir, sözler alınır, randevular verilir.

Biz sofraya oturur oturmaz tekrar telefon işlemeye, kapı çalınmaya başlar. Biraz evvel herkesin sakin sakin iş gördüğü ev birden canlanmış, her ferdi, her parçası harekete geçmiştir. Babam evdedir. Misafirsiz kaldığımızı hiç hatırlamıyorum. Seneler boyunca simaları değişmekle beraber sayıları hiç eksilmedi. Yalnız bir fark oldu. Ben küçükken bize devam eden beyler daha orta yaşlı, daha ak saçlıydı. Sonraları bunların yerlerini daha genç adamlar aldı. Babam arkadaşlarıyla samimi bir hava içinde, bütün devlet işlerini konuşur, yapmak istediklerini anlatır, fikirlerini alırdı. Kendinden başka türlü düşünenleri dikkatle dinler, sırasında onlara hak vermekten hiç çekinmezdi.

Kısa bir müddet, görünüşte daha az faal bir hayatı oldu. Fakat o devrede de aslında ne zihni bir an memleket meselelerinden uzak kaldı ne de evimizin misafirlerinde bir değişiklik oldu. Eski arkadaşlarından pek çoğu gene devamlı surette ona geldiler, ondan akıl danıştılar. Boş vakitlerini ise İngilizce öğrenmeye hasretmişti. Günde altı yedi saat çalıştığı olurdu. Tabii birkaç ay sonra mükemmelen okuyor, yazıyor, konuşuyordu.

Cumhurbaşkanı seçildiği zaman hayatımızda fazla bir değişiklik olmadı. Babamla aramıza hiçbir resmiyet girmedi. Eskiden beri “Paşa baba”, “bey baba” tabirlerine müthiş sinirlenirdi. Yalnız bu âdetini bizim küçük Gülsün bozdu. İlk konuşmaya başladığı zaman babama “dede” diyordu. Büyüdükçe etrafındakilerin ona hep “paşa” diye hitap etmeleri dikkatini çekmiş olacak. Bir müddet “dede” ile “paşa” arasında bocaladıktan sonra “dede paşa”da karar kıldı. Babam “Bu da nereden çıktı?” diye gülmekten kendini alamıyor.

Babamın senelerden beri kafasında, kurduğu hususi sohbetlerinde fikri sabit halinde, dönüp dolaşıp geldiği bir mesele vardı: Türkiye’de demokrasi rejimini kurmak… İkinci Cihan Harbi’nin sıkıntılı günleri geçtikten sonra sıra bu idealini gerçekleştirmeye gelmişti. Demokratik rejim, çok partili siyasi hayat, seçim kanunu evimizin günlük mevzuları halini aldı. Babamın ne büyük inançla, imanla işe sarıldığını hatırlarım. Yurtiçi seyahatlerine çıktı. Bir seferinde beni de götürmüştü. Gittiğimiz her vilayet merkezinde valiyi, jandarma kumandanını karşısına alır, “Vatandaşlara eşit muamele yapacaksınız. Hangi partiye mensup olursa olsun vatandaşın siyasi kanaatlerine saygı göstereceksiniz…” derdi. Bıkmadan, usanmadan büyük küçük her idare âmirine bu sözleri tekrarlıyordu. Birkaç defa Halk Partisi’nden “partimiz” “biz” diye bahseden memurları sert bir lisanla azarlamıştı. Umumi toplantılarda vaziyeti idare etmek için böyle konuştuğunu zannedenler, hususi sohbetlerde açıkgözlülük etmek isteyince yanıldıklarını anlamış, babamın sözlerinde samimi olduğunu görüp pek hayret etmişlerdi.

Bu seyahate bir DP milletvekili davetli olarak iştirak ediyordu. Başlangıçta, kendisine hasım zannettiği bir muhitte bulunmaktan ötürü çok çekingen davranan bu zât, –hatta ilk akşam sofrada bir fenalık geçirmişti– babama pek çabuk ısındı. “Beyefendi”, “Paşa Hazretleri”nden sonra “Paşam” deyişindeki hararet hâlâ kulağımda. Babam onu yanına aklını çelmek için değil, çok partili rejim davasındaki samimiyetini ispat için almıştı. Nitekim Sayın DP milletvekili düşmanlık beklediği yerden sadece dostluk görünce, o şüpheci halini terk edip memleketimizde demokrasiyi gerçekleştirebilmek için muvafık, muhalif hep beraber gayret etmemiz icap ettiğini söyleyen babama inanmış, dört elle işe sarılmıştı. O günler, bu birkaç haftalık seyahat boyunca, sonradan dillere destan olan Beyaz Tren’de esen karşılıklı saygı, sevgi ve iyimserlik havasının, pek kısa zamanda bütün memlekete yayılmaması için hiçbir sebep yok gibi görünüyordu.

Birçok uykusuz gecelerin, hararetli müzakerelerin neticesinde Seçim Kanunu hazırlandı. “Ya düşersek?” diyen arkadaşlarına babam büyük bir sabırla izah ederdi: “Demokrasi rejiminin esası bu. Bir parti kaybedecek, bir diğeri kazanacak. Zaman geçecek, bu sefer yerler değişecek. Seçmen arzu ettiğini iş başına getirmekte serbest olacak. Bunu gönül rahatlığı ile yapabildin mi mesele halolunmuş demektir. Demokrasi rejiminde iktidarda olduğu kadar muhalefette de hizmet görmek şerefli bir vazifedir”.

Seçimi kaybetmekle, şahsen babam için ne değişecekti? Kumandan, Murahhas, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak hizmet ettiği vatanına yeni bir sıfatla, Muhalefet Lideri sıfatıyla hizmet etmek fırsatını kazanmış olacaktı. Mesele mevkide, sandalyede değil, memleketimizin iyiliği için şart olduğuna inandığı bir ideali gerçekleştirebilmekteydi. Hususi hayatı ise zaten hiçbir zaman resmî hayatı ile karışmamıştı. Mevkiin sağladığı nimetlerin esiri değildi. Yaradılıştan ihtiyaçları mütevazı, zevkleri sade idi: Ailesiyle bir konsere gitmek veya açık hava gezintilerine çıkmak, kendi kendine kitap okumak, satranç oynamak. Bunları, kalp ve vicdan huzuru içinde olduktan sonra nerede olsa yapabilirdi. Kırk senedir, ta Atatürk’ün eşinden ayrılmasından beri, Türkiye’nin bir numaralı kadını mevkiinde olan annemin ise yegâne düşüncesi babamım saadeti, evinde huzur içinde yaşamasını temin idi. Sakin, nazik tavırları, hiç karşılık beklemeden daima vermeye hazır alicenap kalbi, her hadiseyi, her insanı hep iyi tarafından görmeye hazır olgunluğu ile annem babamın hayatında en mühim rolü oynamıştır. Eminim, demokratik rejimi göze almakta ona olan itimadının büyük payı olmuştur. Muhalefetin ilk günlerinde “Hanımefendi otobüse bindikten sonra, benim için mesele kalmıyor” demekten pek hoşlanırdı.

1950 seçimlerinden birkaç gün evvel, babam odama gelmiş ve sormuştu: “Hazırız, değil mi kızım, manen ve maddeten hazırız”. Kendisine “Bizim için mühim olan sizsiniz” deyince neşeyle güldü. Seçim gecesi, neticeler gelmeye başlayınca, annemin karşısına geçti. “Ne kadar zamanda taşınabiliriz? Köşk’ü çabuk teslim etmeliyiz.” Bu kadar mühim hadiseler cereyan ederken onu endişelendiren yegâne mesele evin taşınma işi idi. Annem kendisine teminat verince omuzlarından büyük bir yük kalkmış olarak arkadaşlarına dönmüştü. Muhalefet liderliğine başladığı günler üzüldüğü bir tek nokta vardı: 10 yaş daha genç olmamak! Halbuki son 10 sene, bu endişesinin de yersiz olduğunu ispat etti. Mücadele zamanları enerjisi, tahammülü daima artan babam milletimiz için yeni ufuklar açan demokrasi mücadelesinde de genç arkadaşlarının ön safında yerini muhafaza etti. Seneler geçti, onu eskiden diktatörlükle itham edenler, bu sefer, memleketi tecrübesiz ellere bıraktığı mülahazasıyla ona tarizlerde bulundular. “İlerisini iyi göremedi” dediler. Onlara babamın verdiği cevap şudur: “Emirle Demokrasi, Tayinle Muhalefet olmaz. Milletin kendi mukadderatına sahip çıkmasını öğrenmesi için bu devreden geçmekten başka çare yoktur.” Çabuk netice almak isteyen genç arkadaşlarına hep hatırlatır: “Beklemesini, sabretmesini öğrenin. Mesele zaman kazanmakta, demokratik zihniyette nesillerin yetişmesinde…”

Bugün 75 yaşında muhalefet lideri olarak babam, her zamankinden fazla çalışıyor. Çıktığı yurt gezilerinde, bulunduğu her yerde, halkın, yaşlı genç herkesin ona gösterdiği muhabbet ömrünün en büyük mükafatıdır. O bunu şahsına sevgiden ziyade ideallerinin benimsendiğinin işareti, delili olarak kabul eder ve bu yüzden iftihar duyar. Şimdi onu yakından görenler, gençliğine, zindeliğine hayret etmekten kendilerini alamazlar. Etraftan hep “ne kadar dinç, maşallah”, “aslan gibisin, baba” sesleri yükselir.

Babamın 75 yaşında bir delikanlı zindeliğini muhafaza etmesinin sırrı nedir? Sadece idealist ruhu, iyimser yaradılışı ve iman dolu kalbi… Atatürk’le istiklal mücadelesine atılan genç adam, hiçbir şahsi endişeye kapılmadan, her fedakârlığı göze alabilen idealist, 40 senelik acı, tatlı, çeşitli tecrübelerden sonra hiç değişmemiştir. Uzun siyasi hayatında küçük politika kurnazlıklarını, maksadını temin için çapraşık yollara sapmayı bir türlü öğrenemedi. Asıl mühimi, öğrenmeye lüzum görmedi. Kestirme yerine doğru yoldan gitmeyi daha kolay, daha emin buldu. İyimserliğinin derecesine ise şaşmamak kabil değildir. Ama bu dünyayı pespembe görmekten doğan bir his değildir. Gelecekte olacak hadiseleri tahminde pek az yanılır. En fena ihtimali daima göz önünde tutar ve buna rağmen iyimserliğini muhafaza etmesini bilir. Gençliğe olan itimadı sonsuzdur. Kafası onlar gibi çalıştığı, kalbi ayni heyecanla çarptığı için onları kendisine çok yakın bulur. Mesela bir üniversite topluluğunda konuşurken, aradaki 50 yaşın ortadan silindiğini, onun da yanındaki gençler gibi, Atatürk’ün inkılapları emanet ettiği nesilden olduğunu hissedersiniz. İşte bence babama “75 yaşında delikanlı” dedirten vasıflar bunlardır.

Yeni yaşını ailesi arasında sevdiklerinin bir kısmının yanında kutlarken, uzak memleketlerde, değişik yerlerde onun için çok söz söylenecek, çok yazı yazılacak. Ben kızı olarak babama, kendi evinde bütün memleketin görmesinde en ufak bir mahsur olacak bir haline şahit olmadım. Bir tek defa eski harfleri kullanmak gibi Atatürk inkılaplarına bir sadakatsızlıkta bulunduğunu görmediğim, duymadığım, ağzından bir tek bencil söz işitmediğim ve çeşitli devlet işleri arasında ailesinden, çocuklarından alakasını, şefkatini esirgemediği için minnettarım. Bize gösterdi ki iyi insan olmak, aslında çok kolaydır ve bunun -değeri, mükafatı ise çok büyüktür. Allah onu başımızdan eksik etmesin.