Yazar Erol Gezeroğlu’nun gezi notlarından derlediği “Tepe Tepe İstanbul” kitabı İstanbul’un tarihsel ve kültürel varlıklarının eksiksiz şekilde anlatıldığı bir kültür rotası niteliği taşıyor. Yedi tepeli kentin sokaklarının, semtlerinin, insan hikâyelerinin film tadında anlatıldığı kitapta, belki her gün önünden geçtiğiniz ya da geçmişini merak ettiğiniz tarihî yapılar ya da mekânlar yaşanan olaylar ve anekdotlar üzerinden ele alınıyor.
Kitapta aktarılan bilgiler ışığında, “Kasımpaşa’dan Kağıthane’ye” yapacağınız kültür turunda önünüze çıkacak tarihî eserleri sizin için derledik.
Lohusa Sultan Türbesi
Şişhane’den Kasımpaşa’ya inen yolun sol tarafında görünen Lohusa Sultan Türbesi, Tepebaşı’ndan Haliç’e kadar uzanan yamaçta yer alan Müslüman mezarlığından (Petits Champs des Mort) kalan tek mezardır. Lohusa Sultan Türbesi de 1940 yılındaki yol çalışmalarında yıkılmak istenmiş ama Evliya Çelebi’nin türbesi olduğu sanılarak vazgeçilmiş. Osmanlı coğrafyasını bize renkli öykülerle anlatan Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde babası Derviş Mehmed Zıllî, atası Yavuz Er Sinan’ın ve diğer aile üyelerinin bu türbenin yakınında yattığını yazıyor. Evliya Çelebi’nin yazdığına göre III. Mehmed’in bir seferine eşi hamile olan bir asker de katılmış. Savaştan dönen asker, eşinin birkaç gün önce öldüğünü öğrenince, ziyaret etmek için gittiği mezardan bir çocuk sesi duymuş. Açılan mezarda bebek ölü annesini emerken bulununca Lohusa Sultan haliyle evliyalaştırılmış.
Haliç Tersanesi
Güme Gitmek” deyimi nereden gelir?
İtalyanca gemi yapılan yer anlamına gelen “darsena”dan evrilen tersane, İtalyancaya da Arapça “darüssına”dan geçmiş. Osmanlı, 16. yüzyıla kadar “liman” kelimesini kullanırken, bu yüzyıldan sonra tersaneyi tercih etmiş. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk döneminde Karamürsel ve Gemlik’te kurulan tersanelerde Venedik kökenli kadırgalar yapılıyordu. Kol gücüne dayanan kadırgaların deniz savaşlarında yelkenli kalyonların karşısında zayıf kalmasından sonra Fatih’in
yaptığı ilk işlerden biri, Haliç’te tersane kurmak oldu. Kuşatmada Bizanslılara yardıma gelen üç Haçlı kalyonunun engellenememesi bu kararda etkendi kuşkusuz. Tersane, II. Bayezid ve Yavuz zamanında Kâğıthane’ye kadar genişletildi.
Geçmişte tersanede yaşanan ilginç anekdotlar vardır. Abdülaziz donanmaya önem verirken, II. Abdülhamid ise donanmayı Haliç’e hapsettirdi. O dönem, gemilerden ikisi Taif ve Mahmudiye hurdaya ayrılmıştı. Maaşların ödenemediği zamanlarda, maaş tutarı karşılığı verilen belgeyi alan subaylar hurdacılara bu kâğıdı vererek nakde çevirirlerdi. Hurdacılar ödedikleri tutar karşılığı hurdayı bu iki gemiden sökerdi. Gemilerin tamir edildiği havuzun suyu mandaların çektiği dönme dolaplarla boşaltılırdı. Askerliği bahriyeye çıkanlar, bedel karşılığı manda getirir, askerliğin bitiminde mandanın boynuzları
yaldızlanıp süslenerek terhis edilirdi. Osmanlı veziriazamları bazen çarşı esnafını da denetlerdi. Hilekârlığı tespit edilen esnaf hemen orada falakaya yatırmak, kulağını çivilemek gibi cezaların yanında; halat bükme cezası için tersaneye
de gönderilirdi. Hilekâr esnaf belli bir sayıya ulaşınca iki kol halinde sokaklarda teşhir edilip genellikle 10-15 gün gün halat bükme işinde çalıştırılırdı. Açıkgöz olanlar, grubu götüren çavuşa rüşvet verir, kendi yerine berduş, ayyaş takımından birini alıp firar eder, geride kalanlar hep bir ağızdan “Güm” diye bağırırlarmış. Bugün de kullanılan “Güme gitmek” deyimi buradan gelmiştir.
Piyalepaşa Cami
Kanuni döneminde Kasımpaşa kıyıları tersaneler ve konutlarla dolunca, yeni bir yerleşim yeri kurma görevi verilen Piyale Paşa, Mimar Sinan’a camiyi yaptırmış ama kimse çevresine yerleşmemiş. Bir vadinin kenarında kurulan caminin yanındaki Selaltı Sokağı ismi, insanların buraya neden yerleşmediğinin ipucunu veriyor. Piyale Paşa, yağan yağmurların büyük seller oluşturduğu vadide yer alan Piripaşa Deresi’nde açtırdığı derin kanal ile sel sularını denize taşırken denizden de kayıkla camiye gelinmesini sağlamış. Piyale Paşa vefat ettikten sonra kimse ilgilenmeyince kanal dolmuş, caminin çevresi de tekrar sel sularına teslim olmuş. Piyale Paşa Vakfiyesi’nden, cami çevresindeki bostanın külliyeye ait olduğu, gelir getirmesi için sebze ekilip satıldığı anlaşılıyor. Külliyenin cami ve türbe dışında diğer yapıları; hamam, çarşı, sebil ve tekkesi zaman içinde yok edilmiş. Kimi tarihçiler o dönem Edirne’de Selimiye Camii’nin yapımıyla uğraşan Mimar Sinan’ın caminin mimarı olamayacağını söylese de Sinan’ın planlarını çizip kalfalarına yaptırmış olması muhtemeldir. Piyale Paşa, caminin içindeki sütunları Asos’tan, revaklardakileri ise Akdeniz seferlerinde Yunan-Roma tapınaklarından getirmiş. Evliya Çelebi’ye inanırsak eğer Piyale Paşa, cami inşaatı sırasında beş küp altın bulmuş. Çelebi, bu küpleri Uzunçarşı’daki sebilhanede gördüğünü yazıyor.
Kasımpaşa Deniz Hastanesi
1828’de mimar Adam Tahtacıyan’a yaptırılan Bahriye Mektebi Heybeliada’ya taşınınca (1851) Kırım Savaşı sırasında hastane yapıldı (1853). Haliç’e hâkim bir tepe üzerinde yer alan Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nin yerinde Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın konağı vardı. Hastanenin arkasındaki sokakta yer alan Kadı Mehmet Ortaokulu önceden Bahriye Rüştiyesi’ydi. Mahalleye adı verilen Kadı Mehmet’in camisinin yanında Uzun Piyale Paşa’nın çeşmesi var. “Maymunkeş” lakaplı saray imamı Abdülkerim Efendi’nin Yahudi mezarlığı üzerine yaptırdığı mescit (Yeldeğirmeni Camii) de Deniz Hastanesi’nin arkasındadır.
Sütlüce adı nereden gelir?
Eski bir Rum köyü olan Sütlüce, adını buradaki bir mağaradan akan sudan aldı. Rivayete göre, Bizans döneminde sütten kesilen kadınlar mağaradaki bir kadın heykelinin göğüslerinden akan suyu içerlerse sütlerinin tekrar geleceğine inanırlarmış. Osmanlı döneminde de devam eden bu gelenekte haliyle bazı değişiklikler yapılmış. Artık kadınlar mağaraya girmiyor, kapıda bekliyor ve bir görevlinin getirdiği testiden su içiyormuş. Bugün mağaradan ve heykelden hiçbir iz yoktur.
Karaağaç Müesesesi / Sütlüce Mezbahası
Fetihten sonra Kazlıçeşme’de şehrin et ihtiyacı için 33 kesim yeri (salhane) kuruldu. “Koyun emini”ne bağlı kasaplar da şehrin et ihtiyacını narh düzeni (azami fiyat) içinde sağlamak zorundaydı. Tanzimat sonrasında “lonca” (gedik) sistemi kaldırılınca her isteyen her mesleği yapmaya başladı. Kasap dükkânlarının sayısı artarken mahalle aralarında ve sokaklarda kesim yapanlar arttı. Belediye Başkanı Dr. Cemil Topuzlu zamanında mezbaha ihalesini bir Fransız şirketi kazansa da araya I. Dünya Savaşı girince ertelendi. İşgal yıllarında Fransızlardan tazminat baskısı gören Cemil Topuzlu, mimar Vedat Tek’e hazırlattığı Sütlüce Mezbahası projesinin temelini 1919’da atarken İstanbul kasapları da gösteri yaparak mezbahanın yapılmasını engellemeye çalıştılarsa da 1923’te “Karaağaç Müessesesi” adı altında hizmete giren Sütlüce Mezbahası, 1985’e kadar hizmet verdi. Bugün kongre merkezi olarak kullanılan mezbahada eski günleri hatırlatan tek şey ise çevredeki “uykuluk” lokantalarıdır.
Miniatürk
Haliç temizlenip kıyıda parklar ve spor alanları yapılınca lüks oteller ve vakıf okulları kıyıda birbiri ardına sıralanmaya başladılar. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, mühimmat fabrikası olarak kurulan ve daha sonra soba fabrikasına dönüşen Şakir Zümre’den kalan arsaya Türkiye’nin önemli tarihî eserlerinin maketlerinin açık havada sergilendiği kültürel amaçlı çocuk parkı “Miniatürk” kuruldu.
Silahtarağa Elektrik Santrali
2004’te Bilgi Üniversitesi’ne tahsis edilen geniş arazinin içinde 1911’de kurulan Osmanlı’nın ilk elektrik santrali olan Silahtarağa Elektrik Santrali var. Kömürle çalışan ve 1983’e kadar kesintisiz hizmet veren santralin burada kurulmasının nedeni soğutma suyu ve santralin yakıtı olan kömürün taşınma kolaylığıydı. Santralın yakıtı olan taş kömürü gemilerle Zonguldak’tan getirtiliyordu. İlk zamanlar kömür taşıyan gemiler santralin iskelesine kolaylıkla yanaşabiliyorken, Haliç’in zamanla atıklarla dolup gemiler iskeleye yanaşamaz olunca kömürler önce Galatasaray Adası ve Kuruçeşme kıyılarında depolanıp oradan altı düz teknelerle santrale taşınmaya başlandı. Bugün Silahtarağa Elektrik Santralı içinde eski makinelerden oluşturulan “Santralistanbul” Enerji Müzesi’nde sergiler ve festivaller düzenleniyor.
Sadabad Sarayı ve Kağıthane Eğlenceleri
IV. Murad zamanında bir gezinti alanı olan Kâğıthane, 18. yüzyılda Sadabad Sarayı eğlenceleriyle anılmıştır. Kâğıthane’nin kaderi Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Paris’e elçi olarak gönderilmesiyle değişti. Kâğıthane Deresi kenarında Paris’te gördüğü Fontainebleau Sarayı’nın küçük bir benzerini inşa ettiren Mehmed Çelebi ayrıca dereye çağlayanlar, seyir terasları, fıskiyeli havuzlar ve köprüler yaptırdı. Mehmed Çelebi’nin mermer sütunlar üstünde yükselen iki katlı köşkünün üst katında eğlenceler için geniş bir divanhane ve sofalar yer alıyordu. Kısa zamanda Kâğıthane Deresi kıyıları Fransa Elçisi Marquis de Bonnac aracılığıyla planları getirilen Fransız saraylarının taklidi köşk ve kasırlarla doldu. III. Ahmed ve Sadrazam İbrahim Paşa’nın Sadabad Sarayı’nda düzenledikleri eğlencelere Şair Yahya Kemal “Lale Devri” adını verecektir.
Alibeyköy
Dönel kavşakta yer alan Disneyland tarzı eğlence parklarında rastlayacağımız mısır heykelini görünce Alibeyköy’e geldiğimizi anlıyoruz. Anadolu’nun şehir ve kasaba meydanlarını süsleyen bu tür amatör sebze-meyve heykellerinin İstanbul sınırlarına dayandıklarını görüyoruz. Fatih, Evrenos Gazi’nin oğlu olan Ali Bey’e hizmetleri karşılığı burada geniş araziler bağışlamış. Ali Bey de bu araziye büyük bir çiftlik kurdurmuş. Osmanlı döneminde mısır tarlaları ve koyun yetiştiriciliğiyle ünlenen Alibeyköy’ün girişinde artık bir mimari hiçbir özelliği kalmayan ama yanındaki güzel çeşmesiyle dikkat çeken Hatice Sultan Camii’ne bir göz attıktan sonra gezimizi burada noktalayalım.