İlham alınan aşklar, İstanbul’da kesişen kalpler, İstanbul’da tanışanlar ya da ayrılığa düşüp gün gelip İstanbul’da buluşanlar…
14 Şubat Sevgililer Günü’nde aşklarını mektuplarla, şiirlerle, bestelerle haykıran kültür sanat ve edebiyat hayatımızın önemli isimlerinin aşk hikâyelerini derledik.
Afife Jale ile Selahattin Pınar
Afife Jale ilk Müslüman kadın tiyatrocu, Selahattin Pınar ise unutulmaz şarkıların bestekârıdır. İkisi de sanatları için ailelerinden kopmak zorunda kalmış ve bu uğurda çok acı çekmişlerdir. Kuşdili Çayırı’nda Hafız Burhan’ın konserine giden Afife Jale, burada tanbur çalan Türk müziğinin aristokratı Selahattin Pınar ile tanışır. Kısa bir süre sonra evlilik kararı alan çift, ud ve tanbur nağmeleriyle neşeli zamanlar yaşarlar. Ancak Afife Jale’nin bağımlılığı sebebiyle mutlu günleri kısa sürer. Afife Jale kendisine yardım etmek için çabalayan Selahattin Pınar’a “Ne olur beni bırak, terk et!” diye yalvarır. Selahattin Pınar uzun süre dirense de artık ayrılık kaçınılmazdır. Ayrılığın acısı bestelerine de yansıyan Selahattin Pınar’ın “Nereden sevdim o zalim kadını”, “Anladım sevmeyeceksin beni, sen nazlı çiçek”, “Huysuz ve tatlı kadın” eserleri bu döneme rastlar.
Tomris Uyar ile Turgut Uyar
Tomris Uyar, bir röportajında Turgut Uyar’ın kendisine olan aşkını söyle tanımlar: “Hiç bir üçüncü öğenin yer almadığı iki kişilik bir dünya özler, geçmişin
bütünüyle silindiği, geleceğin güvenceli olduğu sürekli bir şimdiki zaman peşindedir. Evliliğimizdeki en büyük sürtüşme de bu zıtlıktan doğacaktı sonraları. Turgut beni her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak, ben de hiç bir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım.”
Öykü yazarı olduğu halde, “İkinci Yeni” şiir akımı denilince akla ilk gelen isimlerden olan Tomris Uyar, üç büyük şaire ilham oldu. Genç yaşta gazeteci ve şair Ülkü Tamer’le evlenen Tomris Uyar’ın bir kızı dünyaya gelir ancak çocuk çok küçük yasta ölür. Bu çocuğun ölümü Tomris’i derinden sarsar. Bir süre sonra Ülkü Tamer’den ayrılır. Daha sonra hayatına giren Cemal Süreya ile olan aşkı, dönemin en çok konuşulan konuları arasındadır. Ne var ki ayrılıkla sonuçlanır. Bu dönemde tanışan Turgut Uyar ve Tomris Uyar, şiir ve edebiyat konulu uzun bir süre mektuplaşmanın ardından 1968’te evlenir ve ömür boyu sürecek beraberlikleri başlar. 1984 yılına gelindiğinde Turgut Uyar’ın hasta olduğunu ögrenirler. Tomris’in ellerini tutarak ölümü bekleyen Turgut Uyar, “Ben bir gün giderim ki neyim kalır / Eksik bıraktığım her şeyim kalır” diyerek 1985’in Ağustos’unda yaşama veda eder.
Çolpan İlhan ile Sadri Alışık
Ben İstanbul’a doğmuşum
Düşlerim gerçeklerim İstanbul
Bir tanecik kız sevdim
Kaşı gözü
Umutları İstanbul
– Sadri Alışık
Sadri Alışık ile ilk kez Küçük Sahne’nin bir turnesinde karşılaşan Çolpan İlhan, bir röportajında tanışma hikâyelerini şöyle anlatır: “O Çayhane’de oynuyor. Kapıdan bir adam girdi, yanık, esprili, güleç yüzlü, hoş bir adam. Herkes hücum etti, öpüştüler falan… O gece ‘Çayhane’ temsili için Sadri defter-kalem arıyor. ‘Bende var’ dedim. Baktı, ‘Bu küçük kızları tiyatroya kim almış?’ diye espri yaptı. Bana ilk lafı budur.”
Ardından “Yalnızlar Rıhtımı” ile birbirlerine bağlanan Çolpan İlhan ve Sadri Alışık, bir ömür sürecek büyük bir aşk yaşarlar.
Özdemir Asaf ile Sabahat Selma Tezakın
“Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin,
Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır, bir güldürür;
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin”
Özdemir Asaf, hayatının aşkla kesişen en büyük şiirini ilk eşi Sabahat Selma Tezakın’a, bir mektup formu içinde on beş yıl boyunca yazar. Yazıldıktan neredeyse elli yıl sonra ortaya çıkan bu mektuplar, bir şairin aşkının tüm boyutlarını gözler önüne serer. Bir Yeşilçam filmi gibi başlar bu hikâye. Sabahat Hanım ve Özemir Asaf, Istanbul Üniversitesi Fakültesi’nde öğrencidirler. Asaf, onu görür görmez âşık olmuştur. Bin kişilik sınıfta onun için yer tutar. Bir ara Sabahat Hanım okul değiştirir. Her gün onun yolunu gözleyen Özdemir Asaf, bu ayrılığın acısıyla yataklara düşer ve sürekli Sabahat Hanım’ın adını sayıklar. Özdemir Asaf’ın annesi ve teyzesi telaş içinde Sabahat Hanım’ın babasına durumu anlatırlar ve çift 1946 evlenir. Bir süre sonra da Özdemir Asaf için askerlik yolu görünür ve şair Sabahat Hanım’a: “Ben sana yazmak zevkinden mahrum olacağa benzemiyorum.” diyerek yeniden mektuplar yazmaya baslar. “Sana mektup yazmaya lüzum kalmayacak olan zamanları düşünmek; seni daima görebileceğim günleri hatırlamak; bana verdiği sarhoş edici, çıldırtıcı heyecanlı zevkleriyle senin yakınında bulunmak, tehlikeli olabilecek derecede sevindiriyor” diyen Özdemir Asaf, mektup yazmasına gerek kalmayacak günleri özler.
Evlilikleri ayrılıkla sonuçlansa da kızları Seda Hanım’a göre Özdemir Asaf’ın Sabahat Selma Tezakın’a duyduğu aşk, evlendikleri sırada nasılsa ayrıldıktan sonra da öyledir.
Orhan Veli Kanık ile Nahit Hanım
“İstanbul muhakkak ki güzel şehir. Ama benim için güzel şehir, çirkin şehir diye bir şey yok. Sadece senin bulunduğun şehir, senin bulunmadığın şehir diye bir şey var.”
Orhan Veli
Orhan Veli’nin “Gelelim sonuncuya/ Ona bağlandığım kadar/ Hiç birine bağlanmadım/ Sade kadın değil, insan/ Ne kibarlık budalası/ Ne malda mülkte gözü var/ Hür olsak der/ Eşit olsak der/ İnsanları sevmesini bilir/ Yaşamayı sevdiği kadar” mısralarıyla anlattığı kadın, kısa ömrünün büyük aşkı, Türkçe öğretmeni Nahit Gelenbevi’dir. Orhan Veli’nin 1947’de yazdığı bir mektuptan anlaşıldığı üzere Nahit Hanım ile aşkları 1937’de başlamıştır. 1939’da Ankara’da geçirdiği trafik kazasından sonra yirmi gün komada kalan Orhan Veli’yle hastanede yatarken Nahit Hanım’ın ilgilendiği belirtilir. Orhan Veli “Senden başka hiç bir şeyim yok” dediği Nahit’e bazen mektup yazmaya kâğıt bulamaz, onu bulsa postaya verecek parası olmaz. Hâl böyleyken Orhan Veli, Ankara’da yaşayan Nahit’in yanına gidecek parayı hiç bulamaz. Bu durumda görüşmeleri Nahit’in İstanbul’a gelmesine bağlıdır ancak. Nahit çeşitli sebepler ileri sürerek bir türlü İstanbul’a gelmez. Orhan Veli her mektubunda, vuslata ermeyen bu bekleyişi ilmek ilmek dokur:
“Belki bir gün geleceksin ama o kadar geç gelmiş olacaksın ki seni gördüm mü, görmedim mi doğru dürüst anlayamadan kalkıp geri gideceksin (…) Hayatımızın hiç düşünmeden feda edebileceğimiz seneleri o kadar çok mu? Ömrümüzü hep böyle birbirimizden uzak mı geçireceğiz?” Bu aşkta daha çok seven tarafın Orhan Veli olduğu yine bir mektupla anlaşılır:
“Bana inanma, beni sevme, beni anlama, hepsine razıyım; yeter ki ben seni seveyim. İste seviyorum da.”
Orhan Veli’nin ani ölümünün ardından Nahit Hanım, aşkları konusunda sessizliğini korur. Ömrünün son yıllarında Nahit Hanım’ın bir zamanlar edebiyat meclisi olan evine gidenler, evin girişinde Orhan Veli büstünün misafirleri karşıladığını anlatırlar.
Sabahattin Ali ile Aliye Ali
Türk edebiyatına başta Kürk Mantolu Madonna olmak üzere ölümsüz eserler kazandıran Sabahattin Ali, Aliye’yi ilk defa Almanya’dan döndüğü sırada Erenköy’deki Salih amcasının köşkünde görür. Sabahattin aradan yıllar geçip öğretmenliğe başladıktan sonra, hayatını düzene sokmak için evlenmeye karar verir. Önce arkadaşı Ayşe Sıtkı İlhan’a evlilik teklif eder Ayse Sıtkı onun bu isteğini “şaka” olarak yorumlayan bir mektup yazarak ret cevabı verir. Sabahattin, ilk gördüğünden beri unutamadığı Aliye Hanım’da karar kılar bu kez. Aliye’yi ailesinden istedikten sonra Ayşe’ye bir mektup daha yazar:
“Mühim bir havadisim var: Evleniyorum. Hatta nişanlandım bile. Sen benim gibi kelepiri kaçırdığınla kal…”
Sabahattin Ali, her ne kadar dışarıda işler yolunda gitmese de, evinde ve eşinde aradığı düzenli hayatı ve huzuru bulmuştur:
“Şimdi kapıyı açıp girdiğim zaman beni soğuk bir sessizliğin karşıladığı küçük evde senin güler yüzün tarafından karşılanmak bana saadetlerin en büyüğü gibi geliyor. Biliyor musun, ilk mektuplarımda ‘Bana böyle şeyler yazma, sonra sana deli gibi âşık olurum.’ demiştim, oldum işte… Sana bugün çılgın gibi âşığım. Senden ayrı geçen bu günleri cehennemde imişim gibi geçiriyorum.”
Sabahattin Ali’nin öldürülmesinden sonraki günlerde Aliye Ali “yarı ölü gibi” dolaşır. “Canım Aliye, Ruhum Filiz” hitabının muhatapları, o günden bugüne değin yazardan geriye kalan her şeyin toparlanarak basılmasını sağlarlar; Ağladığın duyulmasın, aldırma gönül aldırma türküsünü yaşar gibi…
Nazım Hikmet ile Piraye
“Gülüşünde İstanbul’un âbuhavası
İstanbul’un lezzeti bakışında
A benim sultanım efendim, izin versen
ve cüret edebilse Nâzım Hikmet kulun
koklayıp öpmüs gibi olacak yanağını İstanbul’un.”
Nazım Hikmet
Nazım Hikmet’in kadınlarla bir daha ciddi ilişkiler içine girmemek yönündeki kararı, 1930 yılında “alev saçlı ve akıllı” Piraye Hanım’ı tanıyınca bozulur. Piraye’de “İyi ve dingin bir hayat” vaadini görür Nazım. İki yıl böylelikle geçtikten sonra evlenmeye karar verirler. Öte yandan yargılamalar ve tutukluluklar sebebiyle ancak 31 Ocak 1935’te nikâhlanabilirler. Nazım Hikmet ile Piraye, on altı yıl süren hayat arkadaşlıklarının sadece üç senesinde bir arada bulunabilmişlerdir. Evliliklerinden Mehmet Nazım adında bir oğulları dünyaya gelmiştir. 1933’ten 1950’ye kadar kendisine gönderdiği mektupları Piraye, Nazım’ın cezaevindeyken yaptığı tahta bir bavulda saklayacaktır. Piraye bu mektuplar sayesinde tam on bir yıl sabırla, aşkın cefasını çekerek Nazım’ın yolunu beklemiştir. Nazım Hikmet, Piraye’sine bu mektuplarda “Canımın canı; sevgilim; biriciğim; karıcığım; güzelim; iki gözüm; bir tanem; ışığım, ekmeğim ve toprağım” gibi hitaplarla seslenir. Nazım Hikmet kol saatinin kayısına tırnaklarıyla “Piraye” ismini kazır. 24 Mayıs 1938 tarihli mektubunda şöyle der şair: “Kol saatim bozuldu. Ben de mekanizmayı çıkardım ve çerçevenin içine sizin resimlerinizi koydum. Şimdi saate bakmıyorum, çünkü saat mefhumunu zaten yavaş yavaş kaybetmekteyim, saate bakmıyorum, bileğimde senin mini mini başına bakıyorum.” Kitaplara, şiirlere, mektuplara sığmayan bu aşk, Nazım’ın cezaevindeyken kendini görmeye gelen dayısının kızı Münevver Berk’e âşık olmasıyla son bulur. 23 Mart 1951’de Nazım ile Piraye boşanırlar. Nazım Hikmet sonraları çok pişman olup Piraye’ye geri dönmek istediyse de gururu incinen ve aldatılmayı affedemeyen Piraye, bu isteklere derin bir sessizlikle cevap verir.
BİR NOT
“Sevgililer nasıl buluşurlardı? Gündüzleri belli bir saatte Leylâ’nın
kapısı önünden etrafı gözleyerek geçersiniz. O, sizi pencerede beklemektedir.
Kafesin altından, aralığından ayaklarınızın ucuna minimini
bir zarf düşer, alır, yürürsünüz. Bir küçük mektup. Açarsınız. İçinde
bir iki sakız leblebisi, fıstık, ufak bir çikolata, bir de kâğıt vardır. Fıstık,
çikolata filan zarfın istenilen yere düşmesi, başka tarafa uçup gitmemesi
içindir. Kâğıtta:
“Gece yalnızım.” Saat alaturka üçte kapı aralıktır. Muhabbetler…
gibi birkaç kelime. Alt tarafını izaha lüzum yok. Saatleri yürek çarpıntısıyla
sayarsınız, süslenirsiniz…
Gece Mecnun Leylâ ile sarmaşıktır!
Eski devirlerde muaşaka, bugünkü muaşakalara benzemezdi. Aşkın
kitabı yine çiçeklerle işlenmişti. Altın ve gümüş tellerle süslenmişti;
renk renk ama birçok yaprakları azap, üzüntü, hicran, hayal, emel,
kaygı ile dikenlenmişti.”
Sadri Sema / Evvel Zaman İçinde İstanbul