Cumhuriyet İstanbul’unda ilklere imza atan kadınlar

Cumhuriyet İstanbul’unda Kadın kitabından yaşadıkları dönemin zorluklarına rağmen “ilk” olmayı başaran kadınlar… 

8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle Türkiye’de ilkleri gerçekleştiren ve alanında büyük başarılara imza atan güçlü kadınların hayatlarına dair ilham veren detayları sizin için derledik.

Afife Jale

Afife Jale, Türkiye tiyatrosunda sahneye çıkma cesaretini gösteren ilk Türk kadın oyuncudur ve yarattığı bu kırılmayla tarihi derinden sarsıp Muharrir Hüseyin Suat Bey’in tanımlamasıyla; artık kaçınılmaz olan dönüşümü başlatan bir “sanat fedaisi” olmuştur. Afife’nin cesaretle dolu kısa yaşam öyküsü (1902-1941) Modern (ya da Batılı) Türkiye tiyatrosunun doğum öyküsüne paralel ilerler.

Afife’nin ve Türk kadınının ilk sahneye çıkışı yine Darülbedayi sahnesinde olacaktır. 1919 (Kimi kaynaklarca 1920) senesinde Darülbedayi’de Hüseyin Suat Bey’in Yamalar oyunu oynanacaktır. Oyunun başrollerinden “Emel” karakterini önceki temsillerde Türkiye tiyatrosunun Meşrutiyet dönemindeki meşhur aktrislerinden Eliza Binemeciyan oynamıştır. Fakat o dönemde Eliza, Darülbedayi’den ayrılmış Paris’te bulunmaktadır ve tiyatronun yetkilileri bu önemli oyuncunun boşluğunu dolduracak bir aktris arayışındadır. Kurum içinde role uygun bir oyuncu bulamayınca dışarıdan bir oyuncu çağrılması seçeneği düşünülür ve akıllara kurumda hem öğrencilik hem de mülazım artistlik yapmış olan Afife gelir. Afife bu rol teklifini hemen kabul eder ve büyük bir heyecanla ezberini yapıp provalara başlar.

Nihayetinde provalar da sona erer ve hem Afife hem de Türkiye tiyatrosu için o büyük gün gelir. 9 Eylül Perşembe akşamı Kadıköy kışlık Apollon Tiyatrosu’nda (Şimdiki REXX Sineması) Afife Hanım, çiğ damlası anlamına gelen “Jale” takma adıyla sahneye çıkar. Böylelikle Türkiye tiyatrosunda büyük bir adım atılır ve Yamalar oyunundaki Emel rolüyle Afife o gece Afife Jale olur.

Emel rolünde Afife Jale kırmızı bir elbise, beyaz çorap, beyaz iskarpin giymiş, başına da beyaz bir kurdele takmıştır. O mutlu gününü Refik Ahmet Sevengil’e Afife Jale şu sözlerle anlatır:

Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın ruhuma verdiği güzel bir sarhoşluk içindeyim, o piyeste güzel bir sahne vardır, orada taşkın bir saadetle ağladım, ağladım… Sahiden ağladım… Alkış, alkış, alkış. Perde kapandı. Bana çiçekler getirdiler. Muharrir Hüseyin Suat Bey kuliste bekliyormuş, ben çıkarken durdurdu, alnımdan öptü… “Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı, sen işte o fedaisin” dedi.

Leyla Gencer

“Diva”, günümüzde müzik dünyasında belli başlı isimleri tanımlamak için yaygın olarak kullanılsa da sözlük anlamına bakıldığında bu tanıma karşılık gelen sanatçıların sayısının o kadar da fazla olmadığını görüyoruz. Şöhreti ülke sınırlarını aşmış, 20. yüzyılın önde gelen opera sanatçılarından Leyla Gencer, gerçek bir diva olarak tarihte sarsılmaz bir yere sahip.

Müzik tarihinde “La Diva Turca” diye tanınan bir kadın… Kişiliğinde dört mevsimi ve duygular dünyasının tüm renklerini taşıyan Leyla Gencer’dir o. Türkiye gibi zengin kültür birikiminde opera geleneği hiç ama hiç olmayan bir ülkeden yola çıktı ve opera geleneğinin en derinlerine kök saldığı, en popüler olduğu ülkede, İtalya’da taht kurdu. Müzik dünyasında bir “ekol”, bir okul, bir referans, genç sanatçılara eşsiz bir örnek oluşturdu. Kaybolmaya yüz tutmuş, o olmasaydı, çoktan unutulacak, birçok opera eserini, geçmişin tozlu karanlığından o bulup çıkardı ve opera repertuvarına kazandırdı.

Müzik kitaplarında adı, “Donizetti Rönesansı”, “Rossini Rönesansı” maddeleriyle anıldı. İstanbul’da başlayıp dünya sahnelerinde taçlanan bu eşsiz serüven, sadece bir yeteneğin değil aynı zamanda bir tutkunun, bir azmin, çok çalışmanın, genç Cumhuriyet’in laiklik ve “muasır medeniyet” ilkelerinin, “Atatürk’ün kızlarından biri” olma çabasının da bir sonucuydu.

Opera dünyasının mabedi sayılan La Scala’nın kapıları ona 1957’de açıldı. Kendini bildi bileli, “Bir gün ya orada söylerim ya da ölürüm” dediği mabet… Gönlünde yatan popüler bir operayla değilse de çağdaş besteci Poulenc’in “Dialogues des Carmélites” eserinin dünya prömiyerinde başrahibe rolündeydi… Hedefine ulaşmıştı ama La Scala dikensiz gül bahçesi değildi. Tam tersine bir labirentti. Yolunu kaybedip karanlığa gömülüp yok olmak da vardı, tünelin ucundaki ışığa ulaşıp bulutların üzerinde uçmak da… Karanlıkta kaybolmamanın tek yolu vardı: Zirveye ulaşmak… La Scala sahnesine çıkacağı ilk gece Muhsin Ertuğrul’un mektubu ona güç verecekti. Eser sona erdiğinde salon alkıştan inliyordu. Başta besteci olmak üzere tüm eleştirmenlerden tam not almıştı.

26 Ocak 1957 gecesi adımını attığı La Scala, 50 yıl boyunca onun yuvası olacaktı. Baştan beri inanmıştı ki La Scala onun kaderiydi. Fransız L’Express dergisinde, eleştirmen Sylvie de Nussac şöyle diyordu:

Leyla Gencer Bel Canto tekniğinin en büyük ustasıdır. Başkalarında mekanik bülbül cambazlığına dönüşen Bel Canto titreşimleri, Leyla Gencer’de yüreğin, ruhun çırpıntısına dönüşüyor. Onu ilk keşfeden Maestro Tullio Serafin’in dediği gibi “O, yeryüzündeki tüm duyguları ifade edebilecek sese sahip.”

 Semiha Es

Mesleğe popüler bir gazeteci olan eşi Hikmet Feridun Es’in desteğiyle adım atmış olsa da Semiha Es, kendini geliştirmekten asla geri durmadı. Kendi deyişiyle, yarım yüzyıl fotoğraf makinesini elinden düşürmedi; maceraperest ve korkusuzdu. “Türkiye’nin ilk kadın savaş fotoğrafçısı” unvanının hakkını sonuna kadar verdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce çok az sayıda kadın cephelerde savaş haberciliği ya da fotoğraf muhabirliği yapmıştır. Zaten gazetecilik mesleğiyle geç tanısan az sayıda kadına genellikle “hafif” konular uygun görülürdü: Moda, mutfak, ask meşk gibi. Klişeleri altüst eden, ön yargıları kıran cesur kadınlar sayesinde bu ezber bozulur. Bu, dünyada da Türkiye’de de benzer şekilde gerçekleşir. Semiha Es dünyanın pek çok ülkesindeki hemcinslerinden evvel savaş muhabirliğine ve profesyonel gezi fotoğrafçılığına soyundu. Ülkemizin ilk kadın savaş foto muhabiri oldu.

Hayatı hep uçlarından seyretti: Bir taraftan Kore, Vietnam ve Kongo’daki korkunç katliamlar ve savaşların içinde bulundu ve bunları belgeledi, bir taraftan da dünyanın en ünlü yıldızlarının fotoğraflarını çekti.

Semiha Es, Kore Savaşı’nın ardından Vietnam’a gitti ve orada beş yıl boyunca savaş muhabirliği yaptı.

Sabiha Ziya

Ülkemizin ilk kadın heykeltıraşı olarak tanınır. 1883 yılında açılmış olan Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki Heykel Bölümü’nden mezun olan ilk Türk kadındır. Genç Cumhuriyet’in inşa ettiği pek çok şehirde eserlere imza atmış, hayatı boyunca Mustafa Kemal Atatürk’ten Ali Fuat Paşa’ya, Ahmet Hâşim’den Bedia Muvahhit’e pek çok kişinin büstünü yapmıştır.

Resimli Ay mecmuasının 1927 tarihinde yayımlanan 57. sayısına heykel sanatıyla tanışmasını şöyle anlatmıştır Sabiha Ziya:

…hoşuma giden antik bir büstü kopya etmeye başladım. Ders gününde muhterem hocam heykeltıraş İhsan Bey geldi. Baktı ve güldü. “Sen çocuğum evin temelini yapmadan çatıya çıkmışsın” dedi. Beni ilk teşvik eden bu cümle olmuştur. Bu cümle izzet-i nefsime dokundu ve bende bir aksi amel tevlid etti [oluşturdu]. Bütün hafta her şeyi ihmal ederek bu büst üstünde çalıştım. Hocam geldiği zaman evvela tereddüt etti ve inanamadı. Nihayet çok beğendi. Hâlbuki o zaman heykeltıraşların değil canlı modelleri, atölyeleri bile yoktu. Fakat bu çalışmam bana heykeltıraşiyi sevdirdi. O vakit heykelde daha fazla muvaffak olacağımı hissettim.

 

Roma’da ilk Türk kadın heykeltıraş

Kadın Heykeltıraş Sabiha Ziya, çeşitli yarışmalarda elde ettiği başarılarıyla birlikte 1924 yılında Sanayi-i Nefise’den mezun olur ve İtalya’ya gider. Roma’daki ünlü Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazılıp Profesör Ermenegildo Luppi’nin öğrencisi olarak ihtisas yapar. Uzmanlığını buradan alır ve Roma’da da ilk Türk kadın heykeltıraş olarak tanınır.

1930’lu yıllarda daha çok anıt heykellere imza atan Sabiha Ziya Hanım, 1938 yılında Atatürk ve İnönü heykelleri için açılan iki ayrı yarışmada birinci gelerek heykelleri ülkenin değişik noktalarında sergilenir. Atatürk Heykeli’nde Atatürk’ü üniformalı tasvir eden Sabiha Ziya bu heykeli İtalya’da tamamlar. Heykeli, İtalya’nın ünlü taşlarından Carrara mermerini kullanarak yontmuştur. Heykel, Missouri Zırhlısı ile Napoli’den İstanbul’a, İstanbul’dan da Ankara’ya getirilmiştir. Sabiha Hanım heykeli ve resmi hiç terk etmemiş, 88 yaşına kadar yapmıştır. Çok iyi bir portre sanatçısı olarak dostlarının resimlerini yapmış, onlara hediye etmiştir.

Mualla Eyüboğlu

Mualla Eyüboğlu, pek çok alanda ilklere sahne olan erken Cumhuriyet döneminin önde gelen kadın aktörlerinden, Türkiye’nin ilk kadın mimarlarından…

Mualla Eyüboğlu, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde Yapı Kolu Başkanı olarak çalıştıktan sonra Aydın, Erzurum, Eskişehir, Kayseri ve doğduğu yer olan Sivas’taki Aziziye kasabasındaki Köy Enstitüleri’ni bizzat kendi açtı. Köy Enstitüleri’ndeki tecrübeleri ona çok şey öğretti: Köy Enstitüleri’nde mimar olmanın öğretici tarafı şu oldu:

Herkesten kendi yasadığı evin planını yapmasını istedim. İşte o zaman Anadolu’daki 40 bin köyün daha prehistoryada yaşadığını gördüm ve bu beni daha çok heyecanlandırırdı.

1947 yılından itibaren koruma kurulları, arkeolojik kazılar ve tarihî anıtların onarım işlerini yürüttü. Avusturyalıların kazıları yürüttüğü Efes antik kentinde ve Fransız arkeologların üstlendiği Yazılıkaya kazılarına katıldı. Buralarda hafriyat mimarlığı yaptı. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nda raportör olarak çalışırken pek çok ören yeri, arkeolojik kazı ve tarihi eseri inceleme şansı oldu. İlk kadın arkeologlarımızdan Halet Çambel’in yürüttüğü kazılar Mualla Hanım’ı derinden etkiledi. Tüm bu gözlemleri ve tecrübeleri onun ülkemizin en önemli restoratörlerinden biri olmasını sağladı.

Cumhuriyet İstanbul’unda Kadın kitabına buradan ulaşabilirsiniz.