
Yazar Ceren Ceran ile keyifli bir sohbette buluştuk; merak ettiklerimizi sorduk.
“Tercih” kitabınızda aidiyet duygusu özellikle yurt, aile ve bireyin kendine kurduğu alanlar üzerinden işleniyor. Bu yapıyı kurgularken aidiyeti nasıl tanımladınız? Romanın dünyasında aidiyet sizce daha çok hangi unsurlarla şekilleniyor?
Hikâyenin merkezinde “kadının gitmesi” ve “kadının gidememesi” var. Bu herhangi başka bir gidişten yada gidemeyişten daha sancılı, daha karmaşık bir hikâyeye işaret ediyor zaten. Roman özelinde gitme isteğinin de gidememenin de nedeni aile. Ancak bu zorlayıcı, klasik, sorgulanmaya tahammülsüz yapı da tek başına karar mercii değil, çünkü onun da denetçileri var, toplum ve gelenek. Aidiyet, insanın en önemli duygularından bir tanesi. Fakat aidiyetin olmazsa olmazları güven, anlaşılma ve olduğun halinle kabul edilme. Aidiyetin yaralı olduğu hikayelerde dahi aidiyet taklidi devam ediyor çünkü aksini düşünmek oldukça korkunç.
Kitabınızın ana karakterleri Ceylan ve Asiye’nin seçimleri kimi zaman cesaretle kimi zaman yalnızlıkla şekilleniyor. Kendi hayatınızda cesaretle yaptığınız ama anlamını sonradan daha iyi kavradığınız bir tercih oldu mu?
Bu kitaptan sonra da Asiye veya Ceylan olup olmadığım çok soruldu. Değilim. Ama aynı zamanda kaçınılmaz olarak biraz biraz ikisine de kendimden bir şeyler katmış olabilirim. Benim hayatımda gitmem gerektiği halde gidemediğim veya otobüs camlarına kafamı dayayıp ağlayarak gittiğim zamanlar oldu. Ben herkesin geri dönecek olsa bile gitmesi gerektiğine inanıyorum. Gidememeyi bir eylemsizlik, belki razı oluş, tembellik yada konfor alanını terk etme becerisi gösterememek olarak görüyorum. Gitmekte ise kendini yolunu çizmek için kötülüğü göze almak var. Kendi hayatıma baktığımda her tercihimin ardından gitmenin de gidememenin de bedelinin beklediğimden ağır olduğunu söyleyebilirim.
Roman, kadınların aile, toplum ve kendi iç sesleri arasında sıkışıp kaldıkları görünmez alanlara da ışık tutuyor. Yazım sürecinde bu alanlarla nasıl yüzleştiniz? Bu konu özelinde daha önce fark etmediğiniz ancak yazarken keşfettiğiniz bir şey oldu mu?
Bu sadece benim romanımda değil hayatta da böyle, kadınlar genellikle aile, toplum ve kendi iç sesleri arasında sıkışık yaşarlar. O sıkıntı pek çoğumuzun neredeyse “hayat” tanımına denk geliyor. Bu kitapla yüzleşmedim ben o alanlarla, o alanlar bugün bile hala içimde ve içinde o sıkıntıyı taşıyan yüzlerce kız kardeşimin hikâyesini biliyorum Kadın mücadelesi özelinde biz derdimizin ne olduğunu, nereye varmak istediğimizi gayet iyi biliyoruz. Yeni bir keşif değil ama her seferinde beni şaşırtan bir şey var. Fikren ne kadar egemen çemberin dışına çıktığımı, o sistemin manipülasyonundan kurtulduğumu zannedersem edeyim bazen ağzımdan öyle bir laf çıkıyor veya kendimi öyle abes bir şey düşünürken yakalıyorum ki ataerkil düzenin ne denli iliklerime işlemiş olduğuna hayret ediyorum.
“Tercih”te rolünü kendi seçen kadınlar var. Kendi kariyer yolculuğunuzda en çok hangi rolü yeniden yazdığınızı düşünüyorsunuz? Bu kitabın hangi bölümünde bu yeniden yazma hâli en belirgin şekilde hissediliyor?
Sadece kariyer yolculuğum değil tüm rollerime göz attığımda anneliğimi yaşayış şeklimden oldukça memnunum. Sanıyorum olgunluk zamanımda anne olmanın etkisi, dayatılan annelik rolüne pek de prim vermeden kendi kurduğun ailede kendi kurallarımla yaşamayı başardım. Kitapta anlatılan iki hayat da ekonomik sıkıntılar veya aile, toplum baskısı gibi nedenlerle hikayesini istediği gibi yazamıyor. Hele bunu iş yaşamlarında asla beceremiyorlar. Kitaptaki en başarılı kendini dönüştürme, düzene kafa tutma bölümü Asiye’nin çocukluğunu anlattığım “Asiye’nin Asiye Oluşu”.
Romanda gidiş ve kalış kararları karakterlerin yaşam çizgilerini belirliyor. Bu kararları kurgularken özellikle hangi duyguyu veya çatışmayı merkezde tuttunuz? Karakterlerin tercihlerini belirleyen en güçlü etken sizce neydi?
İnsanın kendisine dayatılan, karnı tok sırtı pek, evi sıcak, nevresimi ütülü, üstü başı tertemiz prenses rolünü sorgulamasız kabul etmesindense bazı günler kot pantolonuyla dişlerini fırçalamadan, başının altında bir yastık dahi olmaksızın kanepede sızmak istemesini daha sağlıklı buluyorum. İçinde hiçbir isyan kaynatmayan bir insan nasıl olabilir? Romanın temel duygusunun kendi sınırlarını keşfetme isteği olduğunu söyleyebilirim. Orta sınıftan, “temiz” bir Anadolu ailesinde dünyaya gelen roman kızlarım nihayetinde hata yapma haklarını elde etmek istiyorlar. Asiye’nin söylediği “huzur bana hapishane gibi geliyor” cümlesi önemli. Şüphesiz burada bahsettiği içsel huzur hissi değil, steril ailelerin personası diyebileceğimiz huzur dekoru. Böyle ailelerin pijaması bile ütülenen çocukları başını kaldırıp “senin huzurlu gölün bana ürpertici geliyor. Ben kendi bataklığımı keşfetmek istiyorum” dediğinde büyük arıza çıkıyor. O en ufak bir çatlak, eleştiri, ses yükseltme kabul etmeyen aile kurumu bu sarsıntıyı genellikle demokratik şekilde halletmeyi kabul edemiyor.
Romanın merkezinde aile-birey çatışması var ama birey-toplum, anne-kız çatışması da önemli yer tutuyor. Karakterlerin tercihleri de çoğunlukla bu çatışmalardan doğuyor.
İstanbul Kitapçısı’ndaki söyleşinizden önce, okurlarınıza bu kitaptan hayatlarına taşıyabilecekleri tek bir cümle söylemek isteseniz, bu hangi cümle olurdu?
“Herkesin şahane gençlik hataları yapmaya hakkı vardır. Hala zamanı varken hiç hata yapmayanlar ziyandadır.”