''Solakzâde Tarihi'' Kültür A.Ş. Yayınları’ndan Çıktı
17 Yüzyılda Yazılmış Bir Osmanlı Kroniği: Solakzâde Tarihi
İBB Kültür A.Ş., 17. yüzyıl Osmanlı şairi, bestekârı ve tarihçisi Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi’nin kaleme aldığı ve ilk matbu nüshası 1854 yılında basılan Târîh-i Âl-i Osmâni’l-Solakzâde adlı eseri, “Solakzâde Tarihi” adıyla yeniden yayımladı.
İBB Kültür A.Ş. tarafından yayımlanan Solakzâde Tarihi adlı eser, Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş devrinden 1657 yılına kadarki tarihini kapsamlı bir şekilde ve akıcı bir üslûpla okura sunuyor. 1989 yılında Vahid Çabuk tarafından sadeleştirilerek 2 cilt halinde basılan eser, H. Halit Atlı tarafından gözden geçirilerek ve okuma hatalarından, eksik ve yanlış tercümelerden, Arapça ve Farsça ibarelerdeki transkripsiyon hatalarından arındırılarak 926 sayfalık tek cilt halinde yeniden yayına hazırlandı.
Kitap, İstanbul’un fethinden Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazına, Topkapı Sarayı’nın inşasından payitahtta ortaya çıkan veba salgınlarına, meydana gelen büyük depremlere ve sel facialarına kadar İstanbul’un tarihine dair de ayrıntılı bilgiler içeriyor.
“Târîh-i Âl-i Osmâni’l-Solakzâde”
17. yüzyıl tarihçilerinden olan Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi’nin kaleme aldığı ve başlangıcından kendi dönemine kadarki Osmanlı tarihini inceleyen Solakzâde Tarihi, ilk örnekleri 15. yüzyılda görülmeye başlanan Osmanlı kronikleri arasında önemli bir yere sahiptir.
Solakzâde bu eserinde, geçmiş yüzyıllarda Rûhî, Neşrî, Yezdî, Âlî, Kemal Paşazâde, İdris-i Bitlisî, Peçevî, Hoca Sadeddin Efendi, Hasan Beyzâde, vb. tarihçiler tarafından yazılmış kroniklerin derli toplu bir özetini sunmuş, fakat bundan daha önemlisi, Sultan IV. Murad, Sultan İbrahim devirlerinde ve Sultan IV. Mehmed’in saltanatının ilk yıllarında sarayda vazifeli bulunmasının kendisine bahşettiği şahsi tanıklık ve gözlem imkanıyla 17. asırda payitahtta ve bilhassa Osmanlı sarayı içinde vuku bulmuş önemli tarihî hadiseleri sade ve ayrıntılı bir üslupla kayda geçirmiştir.
Kütüphanelerde birçok yazma nüshası mevcut olan Solakzâde Tarihi’nin Osmanlı dönemindeki ilk matbu nüshası 1854 yılında okurla buluşmuş, son baskısı ise 1880’de yapılmıştır. Eserin Cumhuriyet dönemindeki yeni harflerle ilk baskısı ise merhum Vahid Çabuk tarafından iki cilt halinde sadeleştirilerek hazırlanmış ve 1989 yılında Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır.
Tarihçi, Şair, Bestekâr: Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi
Babasının solakbaşı olması sebebiyle “Solakzâde” lakabı ile tanınan Mehmed Hemdemî Çelebi, 17. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ünlü bir Osmanlı tarihçisidir. 1590 civarında doğduğu düşünülen Solakzâde’nin hayatının ilk devreleri ve ailesi hakkında çok az şey bilinmektedir. Üsküp’ten babası ile İstanbul’a geldikten sonra kuvvetle muhtemel ki Enderûn-ı Hümâyûn’da tahsil ve terbiye görmüştür.
Belirli bir mansıb ve taşra hizmetlerinde bulunmayan Solakzâde, saraydaki hâmilerinin sayesinde Sultan IV. Murad’a “musâhib” olmuştur. IV. Murad’ın vefatından sonra da bu vazifede kalarak sonraki sultanlara hizmet etmeye devam etmiştir. Padişahın musâhibi olarak yanından ayrılmayan Mehmed Hemdemî Çelebi, Solakzâde Tarihi adlı meşhur eserini Sultan IV. Mehmed zamanında kaleme almıştır. Mehmed Hemdemî Çelebi, eserini Has odabaşı Hasan Ağa’nın teşviki ile yazmıştır. Birkaç türlü yazma nüshası olduğuna bakılırsa, eserin birkaç defa telif edildiği söylenebilir.
Solakzâde, bir Osmanlı tarihçisi olarak kaleme aldığı Solakzâde Tarihi adlı şaheserin yanı sıra bir şair olarak da eser sahibidir. “Hemdemî” mahlâsı ile yazdığı şiirlerini bir divanda toplamış ise de, bu divan günümüze ulaşmamıştır. Yine manzum olarak yazdığı Fihrist-i Şâhân, Sultan I. Osman’dan Sultan IV. Mehmed’e kadar gelen padişahların devirlerinden bahsetmektedir. Solakzâde, bu eserini de yine Sultan IV. Mehmed’e takdim etmiş ve padişahın pek çok iltifatlarına mazhar olmuştur.
Solakzâde, şiir ve tarihin yanı sıra musiki ile de meşgul olmuş, “Miskâlî” mahlâsı ile epeyce şöhret kazanmıştır. Şarkı formunun yanı sıra bazı mehter marşları da bestelemiş olan Solakzâde’nin marşları, mehterhâne tarafından zaman zaman icra edilmekteydi. Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi, Hicrî 1068 (Milâdî 1657/1658) tarihinde vefat etmiş, Silivrikapısı civarında Seyyid Nizam Dergâhı’na giden caddenin sağ başındaki mevkiye defnolunmuştur.
Yıldırım Bayezid’in İstanbul’u Fethetme Teşebbüsü
Solakzâde’nin tarihinden öğrendiğimize göre, İstanbul’u fethetmek II. Mehmed’den önceki pek çok padişahın da hayallerini süslemekteydi. İlk defa Yıldırım Bayezid Han devrinde İstanbul 6 ay kadar muhâsara olunmuştu:
“Kostantiniyye şehri büyük bir belde olup, ashâb-ı güzîn devrinden beri, yeryüzünün pâdişâhları burasını feth ve teshire hasret bulunmakta idiler. Sultan Yıldırım Bâyezid Han’ın dâimâ düşüncesi bu arzu üzerinde idi. Kostantiniyye tekfûrunun zâhirde hadden tecâvüze aşırı gayreti olmadığı cihetten, sınırların muhâfazası İstanbul fethinden öne alınmıştı. Bu esnâda Macaristan kralının Osmanlı memleketine saldırısı ve tecâvüzü haberi şâyi olmakla, düşmanı def’ etmek için 797 (1395) yılında, zafer nişanlı İslâm askeri ile Gelibolu’dan geçerek Edirne’ye nüzûl-ı hümâyûn buyurdular.
“Bu sırada İstanbul tekfûrunun Macaristan kralına İslâm pâdişâhının o tarafa yöneldiğini bildirmek için gönderdiği bir casus ele geçirilerek, bağlı bir şekilde Sultan Yıldırım Han’ın dergâhına getirdiler. Sıkı bir şekilde yoklandığında, casus olduğunu söylettiler. Bu casustan daha önce de üç aded casus gönderildiğini haber vermesi üzerine, o an dizginlerini İstanbul tarafına dönderdi. İstanbul tekfûru, Osmanlı pâdişâhı Yıldırım Bâyezid Han’ın gelişinden haberdar olunca, can korkusuna düştü. Macaristan kralına haber göndererek dedi ki: ‘İslâm pâdişâhı, senin üzerine gittiğini sana bildirdiğimi bildiği için, hışım ve kin ile şehrimi elimden almaya kasdeyledi. Hristiyan pâdişâhlarının tahtgâhı olan bu büyük beldenin yabancılar eline düşmesi revâ mıdır? Dostluk şartı budur ki, sen de İslâm memleketine hücûm edesin. Tâ ki onlara şaşkınlık el verip, bu sevdadan vazgeçseler gerek’ şeklinde ricâ ve niyazlarda bulunduktan sonra, sefer masrafı için, hadsiz ve hesapsız mal vermeyi de taahhüd eyledi.
“Diğer taraftan Sultan Yıldırım Bâyezid Han, hemen İslâm askeri ile İstanbul üzerine gelir gelmez, şehri kuşattı. Osmanlı askerleri surları ‘kütâküt’ döğmeye başlayınca, kötü yaratılışlı tekfûr, âciz ve çâresiz kaldığı bir sırada, Macaristan kralının sayısız asker ile Tuna’yı geçerek Sofya üzerine hücûm eylediği haberi Sultan Yıldırım Bâyezid’e ulaştığı anda, iktizâ hasebiyle, tertîb olunan mancınıklar ateşe verilip, İslâm mülküne düşman askerinin zarar vermemesi için, kuş gibi o tarafa at koşturdular.”
İstanbul’da Kurulan İlk Müslüman Türk Mahallesi
Yine Solakzâde’den öğrendiğimize göre, İstanbul’un fethi Yıldırım Bayezid devrinde gerçekleşmemiş olmakla beraber, bu devirde padişahın iradesi ve emriyle şehirdeki ilk Müslüman Türk mahallesi kurulmuştu. Padişah, Bizans tekfuruna haber gönderip, “Kaleyi teslim etsin ve kendisi ne tarafa giderse gitsin” diyerek tehditte bulununca, tekfur on bin altın ile beraber hem padişaha hem de vezirlere ve kumandanlara çeşitli hediyeler gönderdi, her yıl on bin altın haraç vermeyi de taahhüt etti. Bunun üzerine Vezir Ali Paşa, padişahı sulh tarafına ikna etmek için şöyle dedi: “Her yıl beytülmâle bu kadar mal tahsili müyesser iken, bu kadar ele geçirilmesi güç kaleyi feth etmek kasdı ile İslâm askerini telef etmek devletin lâyıkı değildir. Şimdiye dek hiçbir pâdişâh, bu büyük şehri feth etmek için yol bulamamışlardır. Muhâsara müddetinin oldukça uzaması muhtemeldir. Kış günleri de erişince, böylece akamete mecal bulunamaz. Lâzım gelse, tekfûr buna razıdır ki, İstanbul’da Muhammed şeriatını icra için kadı nasb oluna. Bir İslâm mahallesi kurula ve bir câmi-i şerîf binâ edeler. Bu câmide de nâm-ı hümâyûnunuza hutbe okuna!”
Solakzâde, vezirin bu teklifinin akabinde olanları ise şöyle anlatıyor: “Yıldırım Bâyezid Han, biraz etraflıca düşündükten sonra, nihâyet râzı olup bu vech üzere olmaya karar verdiler. Taraklı Yenicesi’nden ve Göynük’ten evler göçürüp İstanbul içinde büyük bir mahalle meydana getirdiler. Mahalleye mescid ve câmi de bina ederek, kadı, imam ve hatip tâyin eylediler. Her yıl on bin sikkenin tekfûr tarafından gönderilmesi şart koşulduktan sonra, Bursa şehrine avdet buyurdular. Daha sonra saltanatlarının nihâyetinde ortaya çıkan fetrette, kötü huylu bu İstanbul tekfûru, zikrolunan Müslümanları şehirden dışarı çıkarıp mahalleyi ve câmiyi kendi devletinin binası gibi harâb ederek yerle bir etti. Henüz o Müslüman tâifenin bekâyâsı Tekirdağı’nda Göynüklü denmekle meşhûr olan mekânda oturmaktadırlar.”
İstanbul’un Fethi
Solakzâde, eserinde İstanbul’un fethinin tüm safhalarını ayrıntılarıyla anlattıktan sonra Fatih Sultan Mehmed Han ile hocası Akşemseddin arasında vuku bulan şöyle bir hadise nakleder:
“Rivâyet olunur ki, Sultan Mehmed Han Gâzi İstanbul’un fethine teveccüh buyurduklarında, gerçek velî Akşemseddin hazretlerini gazâya birlikte getirmişler idi. Bir rivâyete göre elli bir gün, bir başka rivâyete göre ise elli dört gün gece ve gündüz hisârı döğdüler. Burçlarını ve surlarını yerle beraber kıldılar. Zafer müyesser olmayınca, Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa’yı ‘Hisara zafer mukadder midir?’ diye haber almaya şeyh hazretlerine gönderdiler. İnci saçılan sözlerinden şu doğruluk dolu cevaplar sâdır oldu: ‘Allah’ın inâyeti ile, bu harâbî hisârın ne kadar tahammülü ola ki, din pâdişâhı bunca bin mücâhidler ile fethine gayret ve ihtimâm etmiş iken, arzularının eteğine ahidlerinin eli ulaşmaya. Ne ihtimâldir ki, bugünden sonra Kostantiniyye şehri yiğitlerin himmeti ile tasarrufa girmeye.’
“Bu beşâret dolu işâretleri, halifeliğine sığınılan pâdişâhın dergâhına vâsıl oldu. Kanaat getirmeyerek, Veliyyüddinoğlu’nu: ‘Fethe daha zaman var mıdır? Lûtf edip gününü tâyin buyursunlar!’ diye tekrar gönderdiler. Şeyh hazretleri murâkabeye varıp şöyle dediler: ‘İnşaallâhürrahmân, yarın sabah, subh-ı sâdık deminde, ricâlullâhın himmetiyle, falan mahalden hisâra yürüyüş ola. Hakk’ın izni ile fetih kapısı müyesser olup, şehrin içine Tekbîr sadâları dola. Sen de o zaman pâdişâh ile birlikte bulunasın’ diye cevap verdiler.
“Gerçekten, nasıl tâyin buyurdularsa aynen vâki’ oldu. Şeyhin muhabbeti ile pâdişâhın kalbi dopdolu oldu. Şeyh hazretlerinin çocuklarından birisi şöyle nakletmiştir: ‘Tâyin ettikleri vaktin hulûlu yaklaştığında, henüz fetih eserleri zuhûr etmediği cihetten, gayet muzdarib olmuşlardı. Haymelerine vardım. Kapılarını kapatarak, hizmetkârını gözcü koymuş idi. İçeri girmeye kasd eyledim. Men’ etti. Hazreti Şeyh böyle tenbîh buyurdular, dedi. Ben de çadırın bir köşesinden gizlice bakıverdim. Gördüm ki, başını açıp secdeye varmış. Mübârek yüzlerini toprağa sürüp ağlayarak, her şeye çâre olan Allah’ın dergâhına arz-ı niyâz eylerdi. Nihâyet, başlarını secdeden kaldırıp, mübârek ellerini yüzlerine sürdüğünü gördüm. Elhamdülillâh fetih müyesser oldu, dediler. Ben de o mahalden kale tarafına nazar eyledim. Gâzilerin tâyin olunan yerden yürüyüş etmeye başladıklarını gördüm.’
“Tâyin edilen vakitte zafer yüzlü fetih müşâhede olundu. Pâdişâh hazretleri, kendileri ile at süren Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa’ya: ‘Bu yeni fethin sevincinden, o sırların kâşifi olan büyük velî ile mülâkat olmanın sürûru daha fazladır’ diyerek, fetihten hemen sonra, dervişlerin şâhı olarak yaratılmış olan şeyhe, kemâl-i itikâdlarından dolayı dervişâne bir vaziyetle varıp, irâdelerini arz etmişler ve halveti tamamlamak için icâzet istemişler idi. Şeyhden ruhsat olmayacağını anlayınca, kırıldığını izhâr eyleyip şöyle buyurdular: ‘Acâyib haldir. İsti’dâdı bilinmeyen olur olmaz Türkleri irşâda kabûl buyurup, bizi terbiyeden çekinirsiniz.’ Bunun üzerine şeyh şöyle cevap verdi: ‘Dervişlikte bir hâlet vardır ki, eğer lezzet alınırsa, saltanat umûrundan kesin olarak el çekmek lâzım gelir. Memleketin işleri ihtilâl bulur. O takdirde, hem siz ve hem biz vebale gireriz. Yüce Allah’a hamdolsun, Allah’ın irşâdı, terbiyeniz husûsunu ikmâl eylemiştir. Sultanlara lâzım olan; sulh keyfiyetine, adâlet ve doğruluğa, şer’-i şerîfe uymaktır. Bu övücü sıfat ve beğenilen tavırlardan daha iyi meslek olmaz’ şeklinde nasihatta bulundular.”
Akşemseddin’in Eyüp Sultan’ın Mezar Yerini Keşfetmesi
Solakzâde, İstanbul’un fethini canlı tasvirlerle sunduğu bu pasajların hemen ardından Hz. Muhammed’in mihmandarı olan, ashaptan Ebâ Eyyûb el-Ensârî (ra) hazretlerinin medfun bulunduğu mevkinin nasıl keşfedildiğini şöyle anlatır:
“Pâdişâh hazretleri, Şeyh Akşemseddin hazretlerinin meclisinden gönlü teselli bulmuş olarak bârgâhlarına gittiler. Şeyhe iki bin altın gönderdiler. Şeyh hazretleri bunu kabûl etmeyip geri gönderdi. Bir rivâyete göre Sultan Mehmed Han, şeyhin çadırına vardıklarında, şeyh hazretleri yerlerinden kımıldamayıp, ayağa kalkmamışlar idi. Vakârlı pâdişâh şeyhin huzurundan çıktıklarında, yolda iken Veliyyüddinoğlu Ahmed Paşa’ya hitâb ederek şöyle buyurdular: ‘Şeyh bize kıyâm etmeyip yerinden kımıldamadığı için, hatırım kırılmıştır ve gönlüm mahzûndur’ dediler. Ahmed Paşa cevap vererek: ‘Bu büyük fetih, önceki pâdişâhlara ve mübârek ecdâdınıza müyesser olmayıp size nasîb olmakla, sizde bir çeşit gurûr müşâhede eylemiş, bu yüzden riâyet ve tâzimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksadları sizden o gururun izâlesine gayret gösterip, ayağa kalkmadı’ deyince, bahtiyar pâdişâh bu sözden mesrûr ve handân oldu. Kendilerine hemen şifâ sâdır oldu. O gece, gecenin son çeyreğinde şeyh hazretlerini dâvet edip, sabah oluncaya kadar gizlice sohbet eylediler. Sabah namazını şeyh ile birlikte edâ edip, virdlerini işittiler. Daha sonra, Ebû Eyyûb hazretlerinin (Allah rahmet eylesin) mezarlarını tâyinini iltimas eylediklerinde, Şeyh Akşemseddin halvete varıp, teveccüh kıldılar. Hâlâ yüksek kubbelerinin bulunduğu mahalli, gerçek ehline doğru olarak görünmesi yolu ile tâyin eyleyip, bazı alâmetlerini beyân eylemekle, bir bir bulundu ve böylece gerçek olarak tâyin edilen mahallinde mezâr-ı şerîfleri zuhûra geldi.”
Ayasofya’da İlk Cuma Namazı
Solakzâde’nin tarihinde, İstanbul’un fethini müteakip şehirde kılınan ilk Cuma namazı için yapılan hazırlıklar da detaylı bir şekilde tasvir edilir:
“Pâdişâhların üstünü Ebu’l-feth Sultan Mehmed Han Gâzi hazretleri, İstanbul şehrini feth eylediler. İlk Cuma namazını da Ayasofya’da edâ eylediler. Burada kendi adlarına Hutbe-i Muhammediye okunmasını murad buyurdular. Hemen duvarlarında bulunan acâyib tasvirlerin bozulmasını ve kıble mahalline bir mihrâb ile minber ve mahfil yapılmasını emr eylediler. Bütün bunların da cuma namazından evvel ikmâl olunmasını fermân buyurdular.
“Hemen usta ölçücü ve yapıcılar ile san’atında mâhir olan üstadlar, ki her birisi acele ve usta iş yapmakta birer Habîb-i Neccâr idi. Buna binâen o garib nakışları hemen bozdular. Sanki bir cesed gibi derisini yüzdüler. Tezyif yolu ve tahrîb üslûbu ile iş tamamlandıktan sonra, geceyi gündüze katıp gayret gösterdiler. Cuma namazının vaktinden evvel yetiştirdiler. Cuma için gerekli levâzım böylece tamam oldu. Gelişi uğurlu pâdişâh hazretleri, büyükler ve küçükler ile zafer-nişanlı gâzilerden oluşan büyük bir alay ile Cuma namazına geldiler. Câmiye dâhil olduklarında, kendilerine tahsis edilen yerlerine oturdular. Her kapı ve duvarı, hal dili ile yüksek vakârlı cihân pâdişâhına nezâketle arzuhal eyledi.
“Velhâsıl Allah’ın Kur’ân’ını hıfz eylemiş olan hâfızlar, aşir okumaya başladılar. Güzel sesli müezzinler ezân tekbirlerini sıraladılar. Allah’ın rahmetine vâsıl olmuş olan Şeyh Akşemseddin hazretleri hutbe okuyup imâmlık yaptı. Cuma namazı edâ olundu. Daha sonra, İslâm pâdişâhının devleti için havas ve avam duâya el kaldırdılar. O kadar ağlama ve inlemede bulundular ki, gökyüzündeki melekler bile duâlarına âmin dediler.”
Topkapı Sarayı’nın İnşası
Solakzâde, Topkapı Sarayı’nın -namıdiğer Sarây-ı Cedîd-i Âmire’nin- Hicrî 867 (Milâdî 1462) senesinde inşasına başlanmasına dair de ilginç bir anekdot aktarır:
“Ebu’l-feth Sultan Mehmed Han Gâzi hazretleri, etrafta bulunan emirlere ahkâm-ı şer’iye gönderdiler. Vilâyetlerinde bulunan san’at sahipleri ile zenâat erbâbını, âilesi ve çocukları ile İstanbul’a göndermelerini emr eylediler. Böylece bu büyük şehir kalabalıklaştı. Gelenler gönül rahatlığı ile vatan tuttular ve rahat olup burada ikamet ettiler. Şehrin ortasında vâki’ olan âb u havası güzel yüksekçe bir yerde, Eski Saray’ın inşâ edilmesine fermânları sâdır oldu.
“Bu Eski Saray, nice yıllar melek hasletli pâdişâha ikametgâh olduktan sonra, Frenk tâifesinden olan Galatalı Cenevizliler bu vâdide hataya düşüp, kendi aralarında bazı dedikodular çıkardılar; ‘İslâm pâdişâhı, düşman korkusundan şehir ahâlisinin orta yerinde karar eyledi’ diye sözleri şâyi olunca, cihân pâdişâhı bu çirkin sözlerden müteessir, hattâ mükedder oldu. Bu güzellik saçan sarayı, yıldızlar gibi güzel kadınlar zümresindeki hizmetten alâkalarını kesmiş olanlara tahsis eylediler. Daha sonra Zeytinlik demekle mârûf, İrem bağı gibi olan Harem mevkii tarafına parlak iltifatları mukârin oldu. Şimdi bile Osmanlı pâdişâhlarının oturdukları eşsiz sarayın mahalli burasıdır.
“Oldu hakkâ ol sarây-ı dilküşâ
Cennet-âsâ bir makâm-ı cân-fezâ
Tarhının meftûnu mi’mâr-ı hıred
Nakşının hayrânı ressâm-ı kazâ”
Ağustos 1999’dan 490 Yıl Önceki Büyük İstanbul Depremi
Solakzâde’nin tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkentinde meydana gelen çeşitli afetler ve ortaya çıkan salgın hastalıklara dair de değerli bilgiler içerir. Buna göre, şehirde meydana gelen ve “kıyâmet-i suğrâ (küçük kıyamet)” diye tarih kitaplarına kaydolunan şiddetli deprem, 17 Ağustos 1999’da meydana gelen Büyük İstanbul Depremi’nden tam 490 sene önce vuku bulmuştur:
“Aynı yıl Cemâziyelevvel’inde (Ağustos 1509), bir rivâyete göre de Rebîülâhirin’in yirmi beşinci salı gecesi vukûa gelen zelzele, Osmanlı memleketinde ‘küçük kıyâmet’ diye şâyi oldu. Bu büyük zelzele o ana kadar ne olmuş, ne de tarih kitaplarında yazılmış ve sıhhati vukû bulmuş idi. Yerler ve gökler zelzele ile sarsılmış, mekîn ve mekân alt üst olmuş idi. Yer kırk beş gün, devamlı deprendi. Halk örtü altına girmeyip, bahçelerde ve açık yerlerde yattılar.
“Zelzele yalnız İstanbul’da değildi, etraf memleketlerde de büyük yerler sallandı. Edirne’de nice nice evler yıkıldı. Anadolu havalisindeki Rum vilâyetinde, Çorum adlı kasabanın iki mahallesi yere geçti ve mescidleri ile minâreleri yerle beraber oldu. Ammâ İstanbul şehrinde, yüz dokuz mescid ile bin yetmiş ev harâbe haline geldi. Bundan başka beş bin mikdârı er ve avret ile çocukların ölümü mukarrer oldu. Şehir içinde sağlam minâre kalmadı. Kostantiniyye’nin surları iki kat burcu, kara tarafında Eğrikapı’dan başlayıp Yedikule’ye gelinceye kadar tamamen yıkıldı. Daha sonra şehrin etrafını dolaşarak, deniz tarafından Narlıkapı’dan başlayıp İshak Paşa kapısına varıncaya kadar yer yer surlar yıkıldı. Ancak temelleri yerinde kaldı.
“Sarây-ı âmirenin denizden tarafı, hastalar kapısından kayıklar kapısına varıncaya kadar yer yer yıkıldı. Hâlâ Bahçekapısı dedikleri mahal burasıdır. Harâbe hâline gelmiştir. Avratpazarı yakınlarında İsakapısı bin dokuz yüz yıldan berkarar idi. Bu da yıkılarak, hâk ile yeksân oldu. Bütün şehir surundan binâ ölçüsü ile bin üç yüz arşın yer harâb ve yebâb oldu. Yere döküldü. İhtiyar feleğin bu melal dolu ahvâlini müşâhede etmesiyle beli büküldü. Sultan Mehmed Câmi-i şerîfinin dört büyük direğinin başı çatladı. Sağ tarafında demir kiriş örüldü. Sol cânibinde ona mukabil olan kiriş eğildi ve bir rivâyete göre de kubbesi eğildi. Bu kubbe sonradan tâmir olundu derler. İmâret ve bîmârhânenin nice kubbeleri yıkıldı.
“Semâniye medresesinde Zamirî medresesi diye meşhûr olan medresenin pek çok kubbeleri yıkıldı. Semâniye medresesinin üç kubbesi yere indi. Bazı medreselerin de birer ikişer ve üçer kubbeleri toprakla beraber oldu. Karaman pazarlarının da baştan başa yıkıldığı görüldü. Bunlardan başka, Hüdâvendigâr hazretleri yeniden binâ ettirdikleri câminin -hâlâ Sultan Bâyezid Câmii demekle mârûftur- kubbesi dağılarak parça parça oldu. Nihâyet Hüdâvendigâr hazretleri için, Sarây-ı âmirede bir çatma oda tedârik olundu. On günde tamam olup, vakâr sahibi pâdişâh hazretleri onun içine girerek karar eylediler.
“Böylece bu mâmûr şehir, âşıkların gönlü gibi zelzeleden viran olunca, cihân pâdişâhının aydınlık gönüllerine tebdîl-i mekân hatırası halecan verdi. Bu yüzden dârülmülk olan Edirne şehrine revâne oldular. Hikmet-i Hüdâ ile, aynı yılın Receb ayının dokuzuncu gecesi Edirne’de de garib bir zelzele oldu. Bu da İstanbul’da olan zelzelenin aynısı idi. Kezâlik yine Şaban ayının üçüncü günü evvelkilere eş bir zelzele daha zuhûra geldi. Âlem hayrete vardı. Aynı ayın on dördüncü günü, garib ve misli görülmemiş tufan nişânı arz eden bir yağmur nâzil oldu. Tunca nehri galeyan ile taştı. Nice sağlam binâlar ve taş yapılar harâb ve virân hâle geldi. Yerle bir oldu. Edirne şehri binâ olalıdan beri zuhûra gelmeyen tufan, o günlerde zâhir ve nümâyân oldu.
“Bu vak’aların def’inden sonra pâdişâh hazretleri Ayak Dîvânı fermân eyledi. Devlet âyânı ile saltanat erkânı büyüklü küçüklü saâdet dolu Dîvân-ı hümâyûna toplandılar. Bir seher vakti, şark âleminin mesned-nişîni ufukları seyir ve temaşa için halvethânesinden çıkıp harâbâbâd olan âleme ibret nazarı ile baktığı demlerde, uğurlu pâdişâh hazretleri de harem-i muhteremlerinden cihânı aydınlatan güneş gibi tulû’ ederek, saâdet dolu tahtlarında karar eyleyince, vezirler ve kumandanlara hiddet ile hitâb ve itâb eyledi. Sonra şöyle buyurdular: ‘Zulüm ve fesâdınız, cevr ve bîdâdınız elinden mazlumların ahlarının ateşi Allah’ın gadabına sebep olmuştur. Bu sizin zulmünüzün semeresidir ki, işte zuhûr eyledi.
“Aceb mi yıksa bu iklîmi Kahhâr
Re’âyâ cevrinizden oldu bîzâr
İdersiz zulmü dâim müslimîne
Virirsiz dâmenim mazlûm eline
Demâdem işiniz ıyş ü tarabdır
Harâb olmazsa bu kişver acebdir
“Böyle her birisine azarlar etti. Daha sonra fermânlarıyla İstanbul hisârının ve sâir yıkılmış olan mevzilerin tâmir ve termîmi için müşâvere olundu. Bunun üzerine yirmi evden bir adam ve ev başına yirmi beşer akçe takdir ile mutemed bir âdem tâyin edilerek, şehrin tâmir ve termîmine karar verildi. Şehzâdelerin sancağından alınmayarak, yalnız diğer Anadolu memleketlerinden otuz yedi bin âdem ve Rumeli'den de yirmi dokuz bin âdem çıkarıldı. Üç bin mikdârı da bina ustası ve marangoz getirdiler. Nice nice üstadlar dahi celb olundu. Bunlardan başka, üç bin müsellem ve sekiz bin yaya kireç yapmak için göreve tâyin edilmiştir. Bütün bunlar hazır olduktan sonra, aynı yılın Zilhiccesinin on sekizinde çalışmalara başlanarak, 916 Safer ayının yirmi üçüncü günü (1 Haziran 1510) hayr ile itmâm oldu. Bunlar arasında, İstanbul suru dışında Galata hisârını, Kız Kulesi’ni, Yenihisar karşısındaki kaleyi, Fenerliği ve Çekmece köprüleri ile Silivri Kalesi’ni toplam altmış dört günde tâmir ve termîm eylediler.”
Osmanlı Devri İstanbul’undaki Sel Felaketleri
Solakzâde’nin tarihinden öğrendiğimize göre, Osmanlı devri İstanbul’unda meydana gelen sel felaketlerinden biri II. Bâyezid devrinde vuku bulur:
“Sultan Bâyezid Han devrinde Hicrî 895 (Milâdî 1490) senesinin Şaban ayının yirmi ikisi (Temmuz ayının yirmi dördü) idi. Ansızın bir siyah bulut ortaya çıktı. Karanlıkta İstanbul gibi büyük bir şehir kayboldu. Yağmur şiddetinden seller akmaya başladı. Şehrin kanalları doldu. Yer yer yıldırımlar düştü. Görenler kıyâmetten alâmet zannederlerdi. İnen yıldırımdan birisi, İstanbul’da Atmeydanı yakınlarında, Güngörmez kilisesi demekle mârûf olan büyük kiliseye -o tarihlerde barut mahzeni olarak kullanılıyordu- isâbet etmekle, bir anda yüksek kubbesini göklere uçurdu. O sağlam binâyı öyle bir şekilde havaya uçurdu, perişan ve perâkende eyledi ki, yerinde temelinden eser bırakmadı. Etrafında bulunan birbirine yakın dört mahalleyi -bir kasaba mikdârı vardı- yerle bir etti. Sâkinlerinin cümlesi helâk oldu. Bir anda toprağa karıştılar. Havaya uçan kilisenin taşını ve tuğlasını Kızılada yakınlarında denize döktü. Nice büyük taşlar İstanbul boğazını aştı. Kimisi ta Galata’ya, kimisi de Üsküdar’a düştü. Pek çok yerleri harâb eyledi. Hattâ Çizmeciler tekkesi önünde deniz sahilinde yatan bir taş o kilisenin taşlarındandır, diye naklederler.”
Solakzâde, eserinde Kanuni Sultan Süleyman devrinde meydana gelen ve “İkinci Nuh Tufanı” olarak nitelendirilen çok daha büyük ve şiddetli bir sel felaketini de tüm ayrıntılarıyla anlatır:
“Peygamberimizin (sav) Hicrî tarihinin 970 Safer’inin başlarında (Milâdî 1562 senesinin Ekim başları) yüce vakâr sahibi Hüdâvendigâr hazretleri şikâr eylemek ve avlanmak arzusu ile Halkapınar taraflarına hareket buyurmuşlar idi. Ansızın gökyüzünün safveti birden bulanıverdi ve yıldızlar âlemi ile felekler başka bir şekle girdi. Etrafta ve çevrede yağmur alâmetleri görülmekle, deniz kenârında bulunan İskender Çelebi bahçesine sür’at ve şitâb ile yetişerek nüzûl buyurdular. O saat âlemi zulmet kaplayarak, heybetle yetmiş dört defa yıldırım indi. Gök gürültüsünden ve şimşek çakmasından feleğin gerdânı güm güm gümledi. Bir gün bir gece büyük bir şiddetle yağmur yağdı.
“Daha sonra öğleden sonra Halkalı deresinden Nuh tufanını andırır büyük bir sel gelip, uğradığı yerlerde bulduğu hayvanları ve insanları sürüp denize döktü. Hay deyince İskender Çelebi bahçesine koyup, sarayın içi su ile doldu. Nerdeyse temelinden yıkacaktı. Hattâ, ülkeler süsleyen cihân pâdişâhı Sultan Süleyman Han hazretlerini, içoğlanlarından gürbüz, güçlü kuvvetli bir yiğit arkasına alıp Masandara’ya çıkarmakla kurtardı. Menzili yüce Hüdâvendigâr hazretleri, yüzünü alçak zemine sürüp şükür ve hamd secdeleri ile kıyâsa gelmez nâlişler eyledikten sonra, yüce zatlarından istihkâk sahibi olanlara in’âm ve ihsân için pek fazla mal bezl ederek sayısız kurbanlar kestirmiştir.
“Sözün kısası, o gece aralıksız olarak deryâ misâl yağan yağmurların meydana getirdiği büyük seller, önüne gelen nihâyetsiz ağaç ormanını kökünden devirerek, çer-çöp ile önüne katıp sürüdü; yeni yapılan kemerlerin gözlerini de tıkadı. Gelen sular yol bulamayınca, etrâfı su kapladı. Zikri geçen kemerler, nihâyet tahammül edemediler. Geceleyin hemen gürleyip büyük bir sadâ ile bir tarafından yanı üzerine bir yıkılış yıkıldılar ki, sanki kıyâmet günlerinden bir alâmet gibi bir hâl zuhûra geldi. Kemerlerin ağzına kadar dolu olan sular, İstanbul üzerine doğru yürüdü. Edirnekapısı ile Topkapısı arasındaki hisârın burcunu açıp, Yenibahçe’den tâ Langa bostanına varıncaya kadar ortalığı harâb ve virân, hâk ile yeksân etti.
“Binalardan ve sâir şeylerden eser kalmadığından gayri, hesaba gelmez insan da sulara gark ve helâk oldu. Bu semâvî kazâ ve nâgehânî belâdan kurtulup necât bulanlar Nuh tufanından bu ânâ gelinceye kadar böyle bir tûfan müşâhede etmemişlerdir. Bir bölüğü de Kâğıthane deresinden beri gelip Ebû Eyyûb Ensârî (Allah rahmet eylesin) kasabasında, mübârek türbelerine girerek, bir zirâ’ yükselmişlerdir. İstanbul Haliç’i ki, şâhnişînli evleri temelinden yıkıp götürmüştür. Ancak ziyâde sağlam yapılmış olanlar kurtulabilmiştir.
“Sarayburnu ise gayet akıntılı bir yerdir. Bir hafta mikdârı denizin rengi değişip sarıya dönmüştür. Silivri kasabasında ve Büyük ve Küçükçekmecelerde, Haramideresi’nde ne kadar eski köprüler var ise bu büyük selin hiddet ve şiddeti ile zoruna tâkat getiremeyerek harâbe hâline gelmiştir. Velhâsıl böyle kahredici ilâhî bir satvet ve sonsuz bir hikmetin zuhûrundan âlem ve âlemiyân dembeste ve hayran kalmıştır. Yolda gelen elçiler için gemiler tedârik olunarak, binbir zahmet ve meşakkatle çekilip, bin türlü azab ile ancak kurtulabilmişlerdir (Yüce Allah’ın hikmetidir).”
Sultan II. Bâyezid Devrindeki Veba Salgını
Solakzâde’nin tarihinde Osmanlı başkentinde meydana gelen deprem ve sel felaketlerinin yanı sıra salgın hastalıklara dair de önemli bilgiler yer alır. Bunlardan birisi, II. Bayezid devrinde İmparatorluğun geniş coğrafyasının farklı bölgelerinde ortaya çıkan veba salgınıdır ki, bu salgının korkunç bilançosu Solakzâde’nin eserinde sayısal veriler ışığında gözler önüne serilir:
“Sultan II. Bâyezid Han hazretleri izzet ve ikbâl ile Edirne şehrini teşrif buyurduklarında, İstanbul’da büyük bir vebâ salgını olması dolayısıyla, bunu haber alınca dört ay kadar bu şehirde istirahat ettiler. Künhü’l-Ahbâr sahibi Âlî Efendi, o yıl bazı bölgelerde, özellikle Arabistan diyârında, Mısır, Şam, Haleb’de Receb, Şaban ve Ramazan aylarında büyük bir vebânın ortaya çıktığını yazar. Öyle ki, gün başına nice bin âdeme geçinmek vâki’ olmuştur. Bundan başka Mısır ülkesinde üç gün çok şiddetli geçip, ülke nüfûsundan 600.000 kişi vefât eylemiştir. Nitekim Osmanlı devletinin payitahtında, beş günde bin, daha sonra on günde de 25.000, üçüncü olarak on yedi günde 30.000 kişinin vefât eylediği defterlere kayd edilmiştir (Allah onlara rahmet eylesin). Daha sonra, bu elem verici büyük cezâdan İstanbul kurtulunca, Sultan Bâyezid hazretleri devlet ve ikbâl ile İstanbul’a teveccüh buyurdular. Bundan sonra, felek gibi iktidârı yüce olan pâdişâh hazretleri aralıksız altı yıl İstanbul şehrinde karar eylediler.”
Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi’nin edebî bir üslûp ve sürükleyici bir anlatımla kaleme aldığı kitap, Osmanlı devletinin tarihinin sosyal, kültürel ve siyasi yönlerine dair zengin bir malzeme içeriyor.
Kitap, www.istanbulkitapcisi.com adresinden %20 indirimle temin edilebilir.