“İstanbul’un 100 Geleneksel Sanatçısı” yayımlandı
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş., Şeyh Hamdullah’tan Hamid Aytaç’a, Baba Nakkaş’tan Ali Üsküdari’ye, Süheyl Ünver’den Çiçek Derman’a, Rikkat Kunt’tan, Faruk Taşkale’ye, Siyah Kalem’den Matrakçı Nasuh’a, Levni’den Niyazi Sayın’a klasik sanatlarımızda ekol ve gelenek oluşturan 100 seçkin ismi bir kitapta buluşturdu.
İstanbul’un 100 Geleneksel Sanatçısı isimli kitapta, sanatçıların hayatına, eğitimlerine, hocalarına, sanatsal yaklaşımlarına, önemli eserlerine, hatıralarına ve öğütlerine de yer verilmiş.
Kitap hat, tezhip, minyatür, katı’, ebru, cilt, kalemişi, sedef-ahşap, çini ve tespih olmak üzere klasik sanatlarımızın da anlatıldığı on farklı bölüme ayrılmış. Bu sanatların ustaları ise, her biri kendi alanında, kronolojik olarak ele alınmış.
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Görevlisi Ayşe Yivlik Nefçi tarafından kaleme alınan kitapta ayrıca sanatçı olmanın ve sanat eseri üretebilmenin esaslarına da değinilmiş. Yazar konu ile ilgili şu satırlara yer vermiş: “Klasik sanatlarımızda amaç yalnızca eser üretmek değildir, eserle bütünleşen bir ruh haliyle edep ve tevazu hususlarında örnek olmak da bu sanatların gerekleri arasındadır. Klasik sanatlarımızda benliğe ve kibre yer yoktur. Alınan eğitimler kişilerin bu yönlerini törpülerken sanatı ifade ediş biçimlerine de boyut kazandırmaktadır. Bu sebeple ele aldığımız sanatlar boya ve kâğıdın çok ötesinde kişinin bilgi donanımına da bağlıdır. Dolayısıyla sanatçı kültür tarihini bilmenin dışında, sanat tarihi bilgisi ve temel sanat eğitimini esas tutmalıdır.”
İşte ekol ve gelenek oluşturan 100 seçkin isimden bazıları:
ŞEYH HAMDULLAH (1429-1526)
Şeyh Hamdullah 15. Yüzyılda yaşamıştır, Osmanlı hat sanatının kurucusudur. Hat sanatında klasik ekolün başlangıcı olarak kabul edilir.
Şevket Rado, Türk Hattatları adlı kitabında Şeyh Hamdullah için şunları söylemiştir: “Padişah II. Bayezid Şeyh Hamdullah’a o kadar hayrandı ve o kadar itibar ediyordu ki, ulema takımı kendilerinin küçümsendiğine hükmederek şeyhi kıskanmaya başladılar. Ne yapıp edip onu gözden düşürmenin yollarını arıyorlardı. II. Bayezid de bunun farkındaydı. Bir gün bütün ulemayı sarayına davet etti. Toplantıyı açarken onların yazdıkları kitapları getirip üst üste koymaya başladı. Sonunda Şeyh Hamdullah tarafından yazılmış Kur’an’ı göstererek, bunu önündeki kitap yığınının en altına koyacağını söyledi. Toplantıda hazır bulunanlar ‘Hayır hayır, Kur’an’ı en alta koymak ona saygısızlık olur’ diyerek itiraz ettiler. Bunun üzerine padişah ‘Hakkınız var ama bu Kur’an’ı yazmış olan hattatı sizlerin altında tutmak da saygısızlık olmaz mı?’ dedi. Toplantıya katılanlar padişahın sözlerindeki kinayeyi anlamış, mahcup olmuşlardı.”
AHMED KARAHİSARİ (1470-1556)
Süheyl Ünver, Karahisari’nin çok iyi bir şair ve usta bir terzi olduğunu belirtmiştir: “Karahisari her veçhile o kadar mükemmel bir insan olmuştur ki, diktiği ek yerleri belli olmayan mintanın şöhreti, Sultan Bayezid’e kadar varmış, sultana diktiği bir örneğinde saray terzileri bir araya gelerek mintanın ek yerlerini bulamamışlar.” Karahisari’nin imzalarının incelenmeye değer olduğunu bildiren Süheyl Ünver, bu büyük hattatın büyük tevazu sahibi olduğunu, bu kadar kıymetli eserler hazırladığı halde imzalarında kullandığı dili işaret ederek, hattatın dünyada yaşayanların en zayıfı ve fakirlerle miskin denen insanların ayaklarının toprağı olduğunu belirten ibareler yazdığını vurgulamıştır.
Karahisari, hemen hemen bütün imzalarında hocasına bağlılığını belirten ve onu yücelten kelimeler kullanarak kadirşinaslığını da göstermiştir.
KARAMEMİ (16. yüzyıl)
Süheyl Ünver’in tabiriyle “Türk tezhip sanatının yüzünü ağartan Karamemi”, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Nakkaşhane’de ustabaşı olarak görev yapmış, tezhiplerinde Osmanlı-Türk zevkinin zirvesine erişmiştir
Kanuni Sultan Süleyman’ın “Muhibbi” mahlasıyla yazdığı Divan’ı, sultanın ölümünden bir sene önce tezhiplenmesi için saray nakışhanesine verilmiştir. İstanbul’da bulunan çiçeklerin en güzelleri Karamemi tarafından çizilmiş, bu eserde yer almıştır ve eser günümüze “Muhibbi Divanı” olarak gelmiştir.
SÜHEYL ÜNVER (1898-1986)
Süheyl Ünver, Türk kültürünün bütün yönleriyle ilgileniyordu. Arapça, Farsça ve Fransızca biliyor, ney üflüyor, ebru, tezhip, minyatür ve hat sanatıyla uğraşıyordu. Bununla birlikte önemli bir arşivciydi, arşivini kendi kurduğu enstitülere, Türk Tarih Kurumu’na ve Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışladı.
Sanatla nasıl tanıştığını ve sanatın ona neler kazandırdığını şöyle anlatıyordu: “Sanat hevesim hekimlik tahsilim esnasında inkişaf etti. Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey’den resim dersi aldım. Hattat Mektebi’ne Tıbbiye’de talebe iken girdim. Sanat benim ruhuma işlediğinden, hekimliğimin insanlık tarafında da faydalı oldu ve mesleğim dışındaki meşgalem oldu. Yani insanlığa karşı şefkat ve bağlılık hislerim arttı. Sanat beni mütevazı, sessiz, mücadelesiz bambaşka bir adam yaptı. Yani ahlakımı düzeltmekte amil oldu. En büyük sanatkâr ahlaklı insandan olur. Bir sanat eseri ahlak tezahürüdür. Sanat tarafım hekimliğimin yanında benim zevk ve his cephemdir. Beni dinlendiren ve ruhumu ilâ eden bu şubeyi bırakmama imkân yoktur. Velev ki dünyayı değiştireyim.”
ÇİÇEK DERMAN (1945)
Tezhip sanatını Süheyl Ünver, Muhsin Demironat ve Rikkat Kunt’tan meşk eden sanatkâr, icazetini 1982’de Rikkat Kunt’tan almıştır. Çiçek Derman, geleneksel sanatların yayılmasında ve gelişmesinde gerçek anlamda emek harcamış sanatçılardandır. Derman, halen Marmara Üniversitesi Tezhip-Minyatür Ana Sanat Dalı’nda başkanlık görevini yürütmektedir.
MEHMED SİYAH KALEM (14.-15. yüzyıl)
Siyah Kalem, insanlarla ruhlar arasında aracılık görevi üstlenir. Siyah Kalem’in resimleri, kukla ve gölge oyununda olduğu gibi, bizi çok çeşitli tiplerle karşılaştırır. Onun dünyası büyünün dünyasıdır.
Orta Asya Şamanizminin ve İslami dönemin birbiriyle kaynaştığı Siyah Kalem üslubundaki resimlerin dini konulu sahnelerinde insan ve hayvan karışımı siyah, kırmızı, sarı derili ve çirkin, buruşuk yüzlü, boyunsuz devler tasvir edilmiştir. Sanatçının kafasında oluşturduğu ve kâğıda geçirdiği bu hayvansı figürlerin çok büyük olan kolları ve bacakları pençelerle son bulur. Genellikle ikili gruplar halinde ve değişik açılardan görülen yaratıklar içki içerler, büyü yaparlar, dans eserler, birbirleriyle ya da bir dragonla dövüşürler, güreşirler, at ve insan kaçırırlar. Siyah Şeytani varlıklar Siyah Kalem’in en önemli temalarından biridir.
MATRAKÇI NASUH (16. yüzyıl)
Matrakçı Nasuh’un minyatür-harita karışımı kendine has bir üslubu vardır, eserlerinde yeryüzünün kuşbakışı görünümünü resmeder. Buna karşın şekilleri tepeden değil, sanki karşıdan görüyormuş gibi çizer.
Resimlerde kuş ve tavşan gibi hayvanlar olsa da insanlar asla belirmez. Şehirlerdeki binalar tek tek seçilebilir. Nasuh, Kanuni’nin Fransa Kralı I. François’ya destek amacıyla Barbaros Hayreddin Paşa komutasında gönderdiği donanmaya da katılmış, yol boyunca donanmanın uğradığı limanları resmetmiştir. Aynı zamanda uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamış, Matrakçı matematik ve tarih kitapları yazmış çok yönlü bir bilgindir.
LEVNi (?-1732)
Edirne’de doğan ve asıl adı Abdülcelil Çelebi olan Levni, Lale Devri’nin en tanınmış minyatürcüsüdür.
Levni, minyatür sanatına derinliği ve perspektifi getirmiş, yapay ve yaldızlı renkler
yerine daha doğal renkler kullanmıştır. Resmettiği insanların kişisel özelliklerini yansıtmaya verdiği önem, resimdeki renk ve kompozisyon uyumu da minyatür sanatı için oldukça önemli yeniliklerdir.
Levni, kendinden önceki gelenekçi minyatürcülerin aksine kadın resimlerine de ehemmiyet vermiştir. Tüm bu yeniliklerle de minyatür sanatında çığır açmış, minyatürü Batılı anlamdaki resim sanatına yaklaştırmıştır.
NUSRET ÇOLPAN (1952 – 2008)
Nusret Çolpan Matrakçı Nasuh’tan çok etkilendi. Mimarlığın kazandırdığı disiplin
ve vizyondan da faydalanarak minyatüre yeni bir renk getirdi. Yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli kişisel sergiler açtı ve karma sergilere katıldı. Farklı koleksiyonlarda yaklaşık 300 eseri bulunmaktadır.
ÖZCAN ÖZCAN (1970)
Minyatür sanatına 1988 yılında profesyonel olarak başlayan Özcan Özcan, Derviş Zaim gibi yönetmenlerin çeşitli filmlerinin minyatürlerini yapmış ve bu alanda birçok ödül almıştır.
“Küçüklüğümden beri böyle minik şeyler yapardım. Minyatürü öğrendiğimde
yaptığım şeylerin minyatür olduğunu anladım” şeklindeki beyanıyla minyatüre çocuk yaşlarda başladığına işaret eden Özcan’ın güzel sanatlar fakültesini kazanmasına rağmen maliye bölümünde okuması onu bu sanattan uzaklaştırmamıştır. 1988 yılında minyatür sanatına profesyonel olarak başladı. Yurtiçi ve yurtdışında çeşitli kişisel ve karma sergilere katıldı ve birçok birincilik ödülü aldı. Derviş Zaim gibi yönetmenlerin çeşitli filmlerinin minyatürlerini yaptı ve bu alanda birçok ödül aldı. Sanatçı çalışmalarını halen Küçükayasofya’da bulunan Hüseyin Ağa Medresesi’ndeki atölyesinde sürdürmektedir. Sanatçı minyatüre olan ilgisini şöyle yorumlamaktadır:
“Beni çeken büyük bir sihir bu sanat. Bir gizem, bir ifade tarzı. Minyatür, gerçek olamayacak kadar büyülü, hayal olamayacak kadar da gerçek bir sanat dalıdır.”
DÜRDANE ÜNVER (1948)
Tezyinat çalışmalarına 1976 yılında Süheyl Ünver, Azade Akar ve Cahide Keskner nezdinde Topkapı Sarayı Nakışhanesi’nde başlayan sanatçı, 1985 yılında kayınpederi Süheyl Ünver’den icazet almıştır.
Önemli projelerde yer alan sanatçı, minyatüre ve katı’ sanatına önemli hizmetlerde bulundu ve birçok ödüle layık görüldü. Ayrıca kurucuları arasında bulunduğu TBMM Milli Saraylar Daire Başkanlığı Türk Sanatları Eğitim Merkezi Katı’ Atölyesi’nde ve 2008-2009 yıllarında Klasik Türk Sanatları Vakfı’nda katı’ eğitim görevlisi olarak birçok öğrenci yetiştirdi. TBMM Başkanlığı tarafından kendisine TBMM Bilim ve Değerlendirme Kurulu Sanat Danışmanlığı payesi verildi. Dürdane Ünver, mütevazı kişiliği ve çalışmalarıyla halen üretmeye ve öğrenci yetiştirmeye devam etmektedir.
AHMET ÇOKTAN (1962)
2009 senesinde kardeşi Ekrem Çoktan’la birlikte Katar’da ebru dalında yurtdışında birçok ülkede ebru sanatının tanıtımı için büyük çaba gösteren Ahmet Çoktan yaptığı ebrularla iki defa Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiştir.
2009 senesinde kardeşi Ekrem Çoktan’la birlikte Katar’da ebru dalında yaklaşık 11 metre uzunluğunda 1,5 metre genişliğinde bir ebru teknesinde yaptığı 11 metre uzunluğunda ebru ile geleneksel Türk İslam sanatlarında ilk rekoru kırarak Guinness Rekorlar Kitabı’na giren sanatçı ve 2010 senesinde tezhip dalında meydana getirdiği eserle ikinci kez Rekorlar Kitabı’na girmeye hak kazanmıştır.
MUSTAFA DÜZGÜNMAN (1920-1990)
Çeşitli konularda her türlü yeniliğe açık olduğu halde, ebru sanatında klasik anlayışa sımsıkı bağlı kalan ve bu hususta modern uygulamalara itibar etmeyen Düzgünman, Necmeddin Okyay’ın bu sanata kazandırdığı çiçekli ebru çeşitlerine papatyayı eklemiş, ayrıca çiçek şekillerini de ıslah etmiştir.
Hayat şartları sebebiyle geçinmek için Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni bırakıp baba mesleği olan aktarlığa dönen Mustafa Düzgünman vefatına kadar titizlikle sürdürdüğü bu mesleğinde de işinin ehli ve güvenilir bir esnaf olarak tanınmıştır.
1940’ta başlayıp ölümüne kadar elli yıl süren ebru yolculuğunda, 1967’den itibaren çeşitli sergiler açan ve bazı karma sergilere katılan Düzgünman, hem eserleriyle hem de yetiştirdiği öğrencileriyle bu sanatın tanınmasına ve yayılmasına hizmet etmiş, ebru sanatının tarihine adeta damgasını vurmuştur. 1953-1979 yılları arasında Aziz Mahmud Hüdayi Dergâhı’nın türbedarlığını yapan Mustafa Düzgünman, halk ağzıyla koşma tarzında şiirler de yazmıştır. Bunlar arasında, ebrunun tarihçesi, özellikleri ve mahiyetini anlatan yirmi kıtalık “Ebruname” en tanınmış olanıdır.
NİYAZİ SAYIN (1927)
Niyazi Sayın ebrudan fotoğrafa, tespihçilikten sedef kakmacılığına, elektronikten tornacılığa, balıkçılıktan gülcülüğe, ağaç işlerinden kuşçuluğa kadar yoğun bir ilgi yelpazesi içinde yoğrulmuş ender şahsiyetlerinden biridir. Sayın aynı zamanda yaşadığı dönemin en büyük neyzenlerine verilen Kutb-i Nayi lakabıyla anılmaktadır.
Yeni arayışların neticesi olarak ürettiği eserlerle ebru sanatına dinamizm kazandırmıştır, ebru sanatının sınırlarını genişletmek adına her yeniliğe açık olmuştur. Bu yenilikler ise ebru teknesinin içindeki kitreli mahlûl yerine başka mahlûller denemekten ebru fırçalarının ve taraklarının farklı yapımlarına, toprak boyalar yerine guaş boyalar ve hatta altın tozu dahi denemeye kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Onun zamanına kadar kumlu ve kırçıl ebruları hayatlarında (o da yalnızca Lâhur mavisi kullanarak) ancak birkaç kere tutturabilmiş olan ebrucuların aksine, bu cins ebruların her zaman ve her renkten yapılabilmesinin sırrını da çözmüştür. Ebruların üzerine serigrafi tekniğiyle yazı yazmak da ebruculuğa onun getirdiği bir yeniliktir.
AYLA MAKAS (1963)
Hüseyin Kutlu’dan hat icazeti olan Ayla Makas halen kendine ait Ebru Atölyesi’nde ebru dersleri vermeye devam etmektedir.
İSLAM SEÇEN (1936)
İslam Seçen Akademi'de dönemin önemli sanatçıları olan Necmettin Okyay ve Sacid Okyay’dan klasik cilt dersleri, Emin Barın’dan da modern cilt ve kaligrafi derslerini almıştır.
Klasik sanatlarla ilgilenen çoğu insanın İslam Seçen’den öğrendiği bir şeyler muhakkak vardır. Neredeyse 50 yıla yaklaşan sanat hayatında, klasik cilt yapan hemen herkes Seçen’in tevhid-i tedrisatından geçmiştir. “Sanatın detayları çoktur” diyen İslam Seçen, “Güzellikler geniş zamanlarda çıkar ortaya. Hem sanatçı az da konuşur. Büyük sanatkârlar dikkat edin hiç konuşmaz, konuşmayı da bilmem zaten, eser konuşur” şeklinde sanatçıların her zaman eserlerinin ön planda olduğunu vurgular.
MUHARREM ÖZCAN (1972)
Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Ayasofya gibi eserlerde restorasyon çalışmalarında bulunan Muharrem Özcan farklı mekânlarda ve eserlerde, proje, uygulama ve danışmanlık hizmetleriyle çalışmalarına devam etmektedir.
HÜSAMETTİN YİVLİK (1947)
Hüsamettin Yivlik'in prensibi yazılmış hattı, çizilmiş tezhibi bütün özelliklerini koruyarak sert malzemelere uygulamak olmuştur.
BAŞAK ÇORAKÇI (1976)
2003 yılında “Bir Tiyatro Fuayesinde Çiniyle Mekân Düzenlemesi” başlıklı eser çalışmasıyla yüksek lisans diploması alan Başak Çorakçı çeşitli sergilerde de yer almış olup, çalışmalarını sürdürmektedir.
MUSTAFA ÜNVER (1959)
Uzun yıllardır Türkiye’nin en büyük holdinglerinden birinde çalışan Mustafa Ünver yaptığı ilk tespihlerin beklediğinden çok daha fazla ilgi çekmesi üzerine tespih koleksiyonerliğini de bir kenara bırakıp, kendisi tespih yapmaya başlamıştır.