“İstanbul’un 100 Divânesi” yayınlandı

“İstanbul’un 100 Divânesi” yayınlandı

İBB Kültür A.Ş., velilikle delilik arasında konumlandırılan, yaşamış oldukları muhitin kimine göre manevî koruyucuları kimilerine göre ise ‘maskot’ları sayılan, kimi zaman ilişmekten korkulan, çoğu  zaman hürmet edilen, hikâyeler ve menkıbelerde nesilden nesile anlatılan, toplum mozaiğinin olmazsa olmaz divânelerini tek kitapta bir araya getirdi.

Divâne, meczûb, mecnûn, behlül gibi sıfatlarla anılan, tavırları ve sözleri sebebiyle akıllarının perdelendiği veya ilahî bir çekime kapıldıkları düşünülen, İstanbulluların hafızasında yer etmiş 100 isim, İstanbul’un 100’leri serisinin 77’inci kitabı olarak okuyucu ile buluştu. “İstanbul’un 100 Divânesi” adıyla yayımlanan kitap, Yrd. Doç. Dr. Nurullah Koltaş tarafından kaleme alındı. Kitabı hazırlarken Evliya Çelebi’den yararlanan Koltaş, pek çok hatırat ve tabakâtlardan da faydalanarak önemli bilgilere ulaşmış. Kitapta, 1400’lü yıllardan başlayarak 1900’lü yıllara kadar divânelerin izini sürmek mümkün.

“Tam akîl olamaz câkillar / Almayınca deliden uslu haber”

Kitapta, kimi toplumlarda içlerine kötü ruhların girdiği düşünülerek türlü eziyetlere maruz bırakılan divânelerin, bizde bir talih vesilesi olarak görüldüğüne de vurgu yapılıyor. Divânelerin hoşça selâmını alan Pazarola Hasan Bey’in kendini bahtiyar ve özel hissetmesi, Yenişehirli Avnî’nin umuma saklı hususlarda onların malûmatına başvurması, toplumumuzun divânelere bakışını örneklemek açısından önemli.

“Dime ey dil bu eşektir bu delidir; Ne bildin ki tehîdir ya velîdir.”

Kitapta ayrıca, divâne ve meczûbların, yaşamış oldukları muhitin kimine göre manevî koruyucuları kimilerine göre ise ‘maskot’ları olduğundan bahsedilerek, onlara ilişmenin hoş karşılanmayan bir durum olduğu belirtilmiş. Hürmetle karışık bir çekinme sebebiyle, özellikle çocuklara onlara eziyet etmemelerinin tembihlendiği, yetişkinlerin ise onların talep ettikleri şeyleri imkânları dâhilinde yerine getirmeye çalıştığı, bu kişilerin sözlerinin ‘Divâne sözüdür’ diyerek yabana atılmadığı, rivayetlerle anlatılmış. ‘Kimin velî, kimin deli’ olduğunun bir sır olduğunu düşünenler, onlarla ilişkilerinde daima bir ölçülülük gözetmişler. Hatta bu durum birçok şiire de konu olmuş:  “Dime ey dil bu eşektir bu delidir; Ne bildin ki tehîdir ya velîdir.”

Divânelik bulaşıcı mı?

“İstanbul’un 100 Divânesi”nde, insanların divânelere karşı ölçülü davranışlarının bir diğer sebebi olarak onların hâllerinin karşı tarafa aktarılacağından kaynaklanan bir çekince olduğu ifade edilmiş. Halk arasında  ‘Hâl giydirme’ adı verilen aktarımla, meczûb ya da divânenin hâlinin ansızın karşı tarafa ulaştığı konusunda birçok menkıbeden örnekler verilmiş.

“Divâne” olmak bir ayrıcalık

Tarihimizin ârifleri, divâneleri kişilik mizaçları veya açlık gibi doğal bir sebepten dolayı değil, ilahî tecellîyle kalplerinde gerçekleşen ânî bir çarpılmanın etkisiyle akıllarını yitirmiş olduklarını düşünür.  Evliya Çelebi’nin meşhur Seyahatnâme’sinde ‘divâne’ terimi ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşmüş ve bu hayret halinde kalmış insanlar için kullanılan tasavvufî bir durumdur. Güncel kullanımda olumsuz yan anlamların yüklenişi sebebiyle meczûb ya da divâne gibi kavramlar, olumsuz anlamıyla kullanılsa da, bir miktar geriye gidildiğinde, Yunus Emre’den Divâne Mehmed Çelebi’ye kadar birçok âlim, şeyh, ârif ve musikîşinâsın deli ya da divâne lakaplarını bir hediye gibi taşıdıkları görülür.

İşte kitaptaki “Divâne”lerden bazıları!

77 Ulu Sultandan Biri

Horos (Horoz) Mehmed Dede:

İstanbul'un Fethi sırasında orduda, dikkat çeken meczûb erlerden birisi olan bu zât, büyük bir manevî şevk kaynağı olmuştur. Horos Mehmed Dede'nin fetihten önce Fatih Sultan Mehmed'in himmet rica ettiği ve içlerinde Akşemseddîn, Molla Gürânî, Emîr Buharî, Molla Fenârî'nin bulunduğu Allah dostu yetmiş yedi ulu sultandan birisi olduğu rivayet edilir.

Cebe Ali’nin Kapısı Cibâlikapı

Cebe Ali:

İstanbul'un fethinin en hararetli zamanlarında Cebe Ali, maiyetindeki üç yüz civarında dervişle birlikte Tersane bahçesi önünde denize postlarını sererler ve zikre başlarlar. Kale üzerinden kudüm ve def sesleri arasında piyade ve postnişinleri gören Bizans askerleri, işittikleri sesler ve tanık oldukları manzara karşısında korkudan akıllarını yitirecek duruma gelirler. Cebe Ali ve erenleri daha sonra Cibali Kapısı yönünden kuşatmaya katılırlar. Bu kuşatmanın anısına buraya Cibâli Kapısı adı verilir.

Kırbasındaki Suyu Görenler İnanamadı

Zuhurat Baba:

Bakırköy’de, kendi adıyla anılan muhitte medfûn olan Zuhûrat Baba, İstanbul'un fethinin renkli simalarından birisidir. Osmanlı askerlerinin kullandığı su kaynaklarının Bizanslılarca zehirlenmesi üzerine bir su kıtlığı baş gösterir.

Bu esnada aksakallı bir koca yiğit, sırtında bir su kırbasıyla zuhur eder ve askerin susuzluğunu giderir. Fetih neticesinde şehitler arasında Zuhurat Baba’nın da olduğu görülür.

Gemicilerin Klavuzu

Durmuş Dede:

Rumeli Hisarı civarını mesken tutan Durmuş Dede, özellikle gemiciler tarafından çokça ziyaret edilen bir zâttır. Gemiciler, sefere çıkmadan önce onun sözlerine hayli önem verirler, hangi yöne gitmelerinin hayırlı ve bereketli olacağını ona sorarlar. Bu yüzden de bir sefere çıkacak olan ya da seferden dönen gemiciler, ona uğrayıp bir at tasadduk ederler.

50 Yıl Kaldırımda Oturdu

Mulakkab Osman Çelebi:

Meczûbların ulularından Saçlı Mehmed Efendi’nin mürîdi olan Osman Çelebi, 16. yüzyılda Sultan Murad zamanında yaşamıştır. Aksaray Karakolu bitişiğinde bir kaldırımın üzerinde başı çıplak ve üzerinde bir kebe (aba), elli yıldan fazla bir süre oturduğu rivayet edilir.

Çevreci Dede

Aşûm Dede:

16. yüzyılda Saraçhanebaşı’nda yaşayan Aşûm Dede, hep susku içre dolaşan bir zâttır. Bir çevre gönüllüsü gibi caddelere yuvarlanan ve işe yaramayan taşları kaldırarak yolları temiz tutmayı âdet hâline getirmiştir. Divâneliğin kimi durumlarda hırpaniliği çağrıştırmasına rağmen, Aşûm Dede gibi bu algıyı boşa çıkaran birçok örnek bulunmaktadır. Bazıları mesken tuttukları muhiti mânen koruma görevi üstlenirken, bazıları da titizlikleriyle öne çıkar ve yaşadıkları yeri bir gülistana dönüştürür. 

Çivili Kovukta 40 Yıl

Taşçı Delisi:

16. yüzyılın divânelerinden olan Taşçı Delisi, Edirnekapı dışında bulunan Mezarcılar Tekkesi’nin duvarına bir kaç taş dayadıktan sonra şiltesine elli ya da altmış gram ağırlığında kırk kadar çivi döşer ve gün batımının ardından o deliğe sokulur. Bedeninin yarısı dışarı sarkacak biçimde çivilerin üzerinde uyur. Bu kovukta kırk yılı aşkın bir süre gecelediği rivayet edilmektedir.

Ömründe Keser Vurmamış Nalıncı Üstadı

Nalıncı Memi Dede:

Evliya Çelebi’ye göre meczûbların serçeşmesi olan Nalıncı Memi Dede, küçük bir dükkânda nalıncılık yapmaktadır. Ömründe hiç keser vurmadığı halde nalıncı üstadı olur. Gark olduğu cezbe hâlinden olsa gerek, yaz kış demeden nalınla gezer. Vefat ettiği gece, Sultan III. Murad’ın rüyasına girerek cenazesinin Fatih Camisi’nde kılınmasını, kendi evinde defnedilmesini ve üzerine bir kubbe, bir tekke ve bir çeşme inşa edilmesini ister. Rivayete göre cenazeye İstanbul halkının büyük bölümü iştirak eder; öyle ki cenaze öğle namazından akşam namazına kadar baş üstünde güçlükle defnedileceği yere ulaşır.

7 Günde Alındı 7 Günde Verildi

Yetmiş Guruş Dede:

Sultan Murad Han’a Revan’ı yedi günde fethedeceğini, ancak yedi gün sonra tekrar vereceğini söyleyen Yetmiş Guruş Dede’nin bu keşfi, Sultan’ın Revan’ı yedi gün süren bir kuşatmanın arından fethedişi ve yedi gün sonra Revan’ın İranlıların eline geçişiyle tahakkuk eder.

Yanan Fırından Çıkıp Denizde Kayboldu, Timsahın Üzerinde Bulundu

Kapânî Deli Sefer Dede:

Unkapanı civarında yaşamış olan Sefer Dede, anlaşılan o ki celâl hâlinin galip olduğu bir vakit, Ekmekçi Alî Efendî’nin alev alev yanan fırınına girer ve orada sükûn bulur. Sanki hiçbir şey olmamış gibi fırından çıkıp yaklaşık yüz kişiyle vedalaştıktan sonra Unkapanı’ndan denize dalarak gözden kaybolur. Aradan yedi sene geçer. Bir gün Cezayir’den gelen Kara Hoca ve Ali Peçenoğlu’nun kalyonları İstanbul’a eriştiğinde, yanlarında Sefer Dede’nin olduğu görülür. Kara Hoca ve Alî Peçenzâde’nin maiyetindekiler, yedi sene önce Sefer Dede’nin Okyanusta, Sebte (Cebelitarık) Boğazı dışında bir timsahın üzerinde olduğu halde gemilerine yaklaştığını ve onu gemiye aldıklarını söylerler.

Tabutların Arkasından Yuh Diye Bağıran Dede

Yuh Baba:

Rivayete göre Yuh Baba, defnedilmek üzere omuzlarda taşınan bazı tabutların ardından “Yuh” diye seslenmektedir. Bu yüzden de “Yuh Baba” olarak anılmaya başlar.  Yuh Baba, vefat ettikten sonra defnedilmek üzere tabutu götürülürken, onun hayattayken tabutların ardından “Yuh” demesinden hoşlanmayan bir komşusu “Yuh” diye ünler. Yuh Baba da içinde bulunduğu tabuttan doğrulup, “Eğer ben de dünyada Yaradan’dan bihaber yaşadımsa, bana da yuh!” der ve tekrar tabutuna uzanır.

Hiç Görmediği İnsanlara İsmi ile Hitap Edermiş

Boynuzlu Divâne Ahmed Çelebi:

Divâne Ahmed Dede’ye “boynuzlu” denmesinin sebebi, koynunda koyun, keçi, sığır, ceylan v.b. hayvanlara ait muhtelif ebatlarda boynuz taşımasıdır. Gündüzleri Kasımpaşa Köprüsü üzerine oturup gelene geçene, “Şalla (İnşallah?) Kâbe’ye gidesin Ahmed çebu, Şalla Kâbe’ye gidesin Mehmed çebu” der durur. Daha önce hiç görmediği bir kişiye bile, ona ismiyle seslenir: “Filanca çebu!”

Öyle ki, yıllar önce oradan geçmiş olan bir kişiyi görse “Hoş geldin filanca kadının oğlu filan çebu” demek suretiyle onu selâmladığına şahit olunmuştur.

60 Yıl Konuşmamış

Kâğid ( Kâğiz) Delisi:

Lâleli ile Beyazıt arasında gidip gelirken, yolda bulduğu kâğıtları duvarların oyuklarına sıkıştırmakla meşgul olmuştur Kâğıd Delisi. Altmış yılı aşkın bir süre hiç konuşmadığı söylenir.

Buzun Üzerinde Bile Terleyen Dîvâne

Tabak Dîvânesi:

16. yüzyıl divânelerinden olan Tabak Dîvânesi, yaz kış demeden üryân gezermiş. İstanbul’un buz kesen kış günlerinde, Okmeydanı’nda yağan karın üzerine yatar ve sanki soğuk değilmişçesine al yanaklarından ter damlaları süzülürmüş.

Sivri Külah, Yüksek Nalınlar

Deli Salih:

1850’lerde yaşamış olan “Deli Salih”, devrin meşhur meczûblarındandır. Sivri bir külâh ve yüksek nalınlar giyermiş. Elinde sürekli taşıdığı fenerle sürekli bir şeye sövüp sokak sokak dolanırmış. Bu ağır sözlerine rağmen halk, onu mazur görürmüş. Öyle ki, rivayete göre sokakta ona rastlayıp sözlerini işiten bazı saf hanımlar, derhal evlerine dönüp onun namına afv ü mağfiret dilermiş.

Kerâmet Sahibi

Beylerbeyli Atâ Efendi:

Sultan II. Abdülhamid Han devrinde Beylerbeyinde yaşamış olan Atâ Efendi, heybetli yapısının yanı sıra yüzünü kaplayan sakalı ve alnına dökülen kâkülleriyle harabatî bir şahsiyettir. Atâ Efendi, dört mevsim başında bir keçe külâh, sırtında bir abayla dolaşır. Cezbenin hararetinden olsa gerek, kışın dondurucu soğuğunda bile denize girer. İstavroz’da bir kulübede yaşayan Atâ Efendi’nin büyük kerâmet sahibi olduğuna inanılır.

Sadâsıyla Kalpleri Ürpertirdi

Şeyh Ferid Efendi:

20. yüzyılın divânelerinden olan Ferid Efendi, sadâsıyla kalpleri ürpertip titreten bir zâttır. İlahî cezbeye tutulan diğer zevât gibi Şeyh Ferid Efendi de üzerinde bir aba ya da bir entariyle dolaşır. Sevenleri maddî yardımda bulunduklarında, ona verilen şeyi kendine ayırmak yerine dağıtacak birilerini arar.