15 Temmuz Şehitleri Adlı Kitabın İkinci Baskısı Raflarda!

15 Temmuz Şehitleri Adlı Kitabın İkinci Baskısı Raflarda!

15 Temmuz Şehitleri Adlı Kitabın İkinci Baskısı Raflarda! 

İBB Kültür A.Ş., 15 Temmuz 2016 gecesi yaşanan darbe teşebbüsü sırasında şehit olan vatandaşlarımızın hayat hikayelerinin anlatıldığı 15 Temmuz Şehitleri adlı kitabın ikinci baskısını darbe teşebbüsünün birinci yıl dönümü vesilesiyle yayımladı. Prestij boy ve roman boy olmak üzere iki ayrı ebatta okuyucuya sunulan yeni baskıda 242 şehit ailesi ile yapılan röportajlar yer alıyor. Şehitlerin, şehit ailelerinin ve 15 Temmuz gecesinde yaşanan olayların hafızalardan silinmeyecek fotoğraflarının da yer aldığı kitapta, şehitlerin hayat hikayelerinin yanı sıra gecenin kronolojisine ve direnişin yaşandığı bölgelerden çeşitli anekdotlara da yer veriliyor. Davut Göksu tarafından kaleme alınan kitaptaki görseller fotoğraf sanatçısı Nevzat Yıldırım tarafından hazırlandı.

İBB Kültür A.Ş.’nin, 15 Temmuz 2016 gecesi vatanlarını darbecilere karşı canları pahasına savunan şehitlerin aziz hatıralarına bir saygı ifadesi olarak yayımladığı 15 Temmuz Şehitleri kitabı için, iki yüzden fazla şehidin aileleriyle şehitlerin hayatları ve 15 Temmuz gecesinde nasıl sokağa çıktıkları, darbeye karşı nasıl direndikleri ve nasıl şehit düştükleri üzerine söyleşiler yapıldı.

Söyleşiler, şehit ailelerinin İstanbul ve Ankara’daki evleri ziyaret edilerek yüz yüze gerçekleştirildi. Kitabın ikinci baskısı, prestij boy ve roman boy olmak üzere iki ayrı ebatta okuyucuyla buluştu.

Şehitlerin eşleri, evlatları, anne-baba ve kardeşlerinin fotoğrafları, fotoğraf sanatçısı Nevzat Yıldırım tarafından ailelerin izinleri alınarak çekildi. Kitapta bir dil ve tasarım bütünlüğü oluşturmak amacıyla şehit ailelerinin fotoğrafları aynı ışık, açı, mesafe ve pozda çekildi. Bazı şehit aileleri röportaj vermek veya fotoğraf çektirmek istemediği için kitapta bu şehitlerle ilgili bölümler kısa tutuldu.

Kitaptaki metinlerde, şehit ailelerinin anlatımlarının yanı sıra medyada çıkan görüntü, röportaj, anlatı ve haberlere de yer verildi. Güncel bilgilerin kullanıldığı kitap, saha çalışması ile pekiştirildi. 15 Temmuz gecesinin kronolojisinin de takip edilebileceği eserde, direnişlerin yaşandığı bölgelerin hikâyesi de anlatılıyor.

15 Temmuz Şehitleri adlı kitaptan bazı söyleşiler:

Volkan CANÖZ

“Ben iki kere gömüleceğim.”

Okunan korsan bildiriyi dinlediler. Volkan’ın ilk tepkisi, “Galiba bu kadını zorla konuşturuyorlar.” oldu. Ardından Cumhurbaşkanımızı ve selâları dinleyince yerinde duramaz oldu.

Mahallenin yakışıklı gençlerindendi. Adeta herkesin sevgilisiydi. Yaşlılara hürmeti, muhabbeti ve ilgisi çok fazlaydı. Bir ara ailenin büyükbabası ameliyat olmuş, birlikte kaldığı diğer yaşlı arkadaşlarıyla Volkan’ın refakatçi kalmasını istemişler, o da odadaki bütün yaşlıların yiyip-içmesinden tuvalet ihtiyacına kadar her şeyi ile ilgilenmişti. Öksüzleri, yetimleri çok sever, onlarla özel olarak ilgilenirdi. Bazen ihtiyaçlarına yardımcı olur, bazen alır eve getirir, yedirir, içirirdi. Hem gayretliydi, hem de altın gibi bir kalbi vardı.

Bekârdı, yirmi yedi yaşındaydı. Kırıkkaleliydi. On altı yaşında liseye giderken bir kızı sevmiş, babasına söylemiş ikna etmiş onu, annesi duyup da “Valizinizi hazırlar, ikinizi de kapıya koyarım.” deyince geri adım atmıştı. Gençlik hevesi geçip gitmişti. Okula ara vermiş, o arada da gidip askerliğini yapmıştı. Güvenlik işiyle uğraşıyordu. Yeni bir görüşme yapmaya gitmişti 15 Temmuz günü. İçine doğmak denir ya, bir ara konuşurken mahalle arkadaşlarına, “Ben iki kere gömüleceğim.” demişti.

O akşam eve geldiğinde saat geç olmuştu. Evde oturuyorlardı. TRT’yi seyredin diye haber gelince kanalı açtılar. Okunan korsan bildiriyi dinlediler. Volkan’ın ilk tepkisi, “Galiba bu kadını zorla konuşturuyorlar.” oldu. Ardından Cumhurbaşkanımızı ve selâları dinleyince yerinde duramaz oldu. Arkadaşları ile telefonlaştı. Evinden çıkıp gelemeyenlere, “Bu anne-baba meselesi değil, vatan meselesi.” dedi. Öyle ya, göreve çağırılıyordu insanlar. Vatanın savunulmaya ihtiyacı vardı.

Sen gitmezsen, ben gitmezsem, kim gidecekti? Başka şeye de benzemezdi. Söndürülmeyen yangının herkesi bulması gibi gidilip müdahale edilmezse, büyüyen felaket gelir seni bulurdu. Daha fazla da durmadı artık. Kardeşini de alarak evden çıktı.

Önce Yenimahalle’ye, MİT’in olduğu yere gittiler. Orada bir şey yoktu. Saatler gece biri gösterirken yönlerini Kızılay’a çevirdiler. İvedik metrosundan sonra trafik kilitlenince, arabayı park ettiler ve Emniyet Müdürlüğü’nün olduğu yöne doğru koştular. Gördükleri manzaradan donakaldılar. Emniyet Müdürlüğü bombalanmıştı. Polisler ve askerler arasında büyük bir çatışma vardı. Çatışmadan bazı yaralıları alıp çıkartmak istediler. Önden on beş kişilik bir grup girmişti. Yaylım ateşine tutuldular; bir kısmı yere yattı, bir kısmı yere düştü. İçeriye ilk girenlerin arasındaydı Volkan. Kardeşi biraz geride kalmıştı. Tankın üzerine çıktı. Oradaki bir askeri yere indirdi. Kendisi de iniyordu. Arkasını döndüğünde, işte o bir anlık zaman dilimi içerisinde ateşlenen bir hain kurşunla ensesinden vuruldu.

Hemen bir polis memuru kucakladı onu. Dışarı taşıyıp bir araca bindirdiler. Bilinci kaybolmuştu, fakat kardeşinin elini sıkıyordu. Hastaneye gelmeden, yarı yolda, o sıkan el yavaş yavaş bıraktı kendisini. Hastanede önce öldüğünü söylemediler. Kardeşi anladı ve düşüp bayıldı.

Volkan, samimi, sıcak ve içten ilgisiyle etrafındaki herkesi etkilemişti. Yüzüne bakanlar, gözlerine sürme çekilmiş sandılar. Etrafına gül kokusu saçıyordu. “Cenaze bekletilmez.” dedi ailesi, alıp götürdüler ve toprağa verdiler ciğerpârelerini. Ertesi gün ev arandı. Devlet, şehitler için Karşıyaka Şehitliği’nde özel bir yer hazırlamıştı. Aileden izin istiyordu. Herkes şaşırmıştı. Ailesi şaşırmıştı, Arkadaşları şaşırmıştı. Rüyada gibiydiler. Hemen ertesi gün Volkan’ın mezarı şehitliğe, diğer şehit arkadaşlarının yanına taşındı. Dediği gibi olmuş, iki kere gömülmüştü.

 

Tevhit AKKAN

“O bilsin de başka bir şey istemem.”

Yetim başı okşamıştı, evinde iki kardeş ve sekiz yetim yeğen büyütmüştü. Yetimler üzülür, içlenir diye kendi çocuklarını herkes uyuduktan sonra severdi. Allah rızası için yapıyordu. “O bilsin de başka bir şey istemem.” diyordu.

(…) Erzurumlu, altmış bir yaşında Tevhit Akkan, evli, dört çocuk sahibiydi. Hayatı boyunca ekmek parası peşinden koşanlardan. Önce sıva ustalığı, sonra işportacılık. İyiliği iyilikti. Neşeli, şefkatli bir insandı. Yetim başı okşamıştı, evinde iki kardeş ve sekiz yetim yeğen büyütmüştü. Yetimler üzülür, içlenir diye kendi çocuklarını herkes uyduktan sonra severdi. Allah rızası için yapıyordu. “O bilsin de başka bir şey istemem.” diyordu.

Kadir gecesinden sonra bir hal çökmüştü üstüne Tevhit’in. Hareketleri değişmiş, sakinleşmişti. Arkadaşına, “Siz çabalayın çabalayın ben şehit olacağım, uçacağım.” demişti. Eşinin yüzü gülerse o da gülerdi. O somurtarak açsa kapıyı o da köşesine oturur somurturdu. Evine bağlıydı. Oğlu ile yatsı namazından döndüler. Duşunu aldı, yemeğini yedi, televizyonun karşısına geçti. Çay, fındık, muhabbet derken bir alt yazı geçti. “Darbe”yi okudular karı-koca. Başlarından bir darbe geçmişti. Neydi, ne demekti, ülke nasıl bir sıkboğaza girmişti hatırlayıverdiler. Tevhit telefona sarıldı, eşi Fetih Suresi’ne... İstanbul’u, Muğla’yı, Erzurum’u kardeşlerini aradı. Toparlanın çıkın sahaya” dedi. Olanları izledikçe oğulları ayaklandı, “Gidiyoruz” dediler. Anneleri feryat figan. Herkesi bir korku aldı. Dertleri can değil dertleri canan memleketleri.

Cumhurbaşkanımızın konuşmasını duyunca iyice yerlerinde duramaz oldular. Baba ve oğulları çıktılar dışarı. Kızılay Meydanı’na inmekti niyetleri. On beş, yirmi dakika olmadan oğullarından biri annesini aradı, uçarak gitmişler varmışlardı Genelkurmay Başkanlığı’nın önüne. Külliye’nin oradan Kızılay’a inmek için arabayı çevirdiler. Karşılarına tanklar geldi. Burun buruna geldiler.

Geçmek için yola yeltenince tanklar geri gidin diye ateş açtı. “Daha fazla gitmeye gerek yok, burada duralım.” dedi oğullardan küçüğü. Tankların yaylım ateşi açtığı, yirmi beş otuz insanın sipere yattığı noktada arabayı tankların geliş yönüne ters istikamete çevirip kalabalığa karıştılar. Bayraklarla bu küçük grup tanklara doğru yürüdüler. Bu esnada ateş açıldı. Grup durmadı, adımlarını kesmedi. Tank yine ateş açtı. Kalabalık yaklaştıkça içerden bir asker, “Vurun.” emri verdi. Baba Tevhit başından vurulmuştu, hastaneye götürülüp sedyeye konulduğunda şehit olmuştu. Oğullarından biri de onunla beraber vurulmuş, ertesi gün taburcu edilmişti.

Sait ERTÜRK

“Milletin karşısına silahla çıkılmaz.”

(…) Kırk yedi yaşındaki Sait Ertürk, darbe girişiminin kanlı gecesinde Türk ordusunun gerçek kahramanlarından biri olmak için hazırlanıyor sanki yıllarca. Kuleli Askeri Lisesi’ni, ardından Kara Harp Okulu’nu parlak başarılarla tamamlıyor. Evlendikten iki gün sonra göreve koşan, eşinin doğumunda bile yanında olamayan bir asker olarak, vazifeyi kendine dair her şeyin üstünde tutuyor. Şırnak’tan Napoli’ye, Mardin’den Afganistan’a gözünü kırpmadan en tehlikeli görevlere atılıyor.

İşe herkesten önce gidip herkesten sonra eve dönüyor Sait; fazla mesailerle geçen yılların akışında iki kızının nasıl büyüdüğünü bile anlayamamış. Hukuk okumak isteyen kızına, “Adil olabileceğine eminsen oku.” diyor. Hakkı korumak  ve teslim etmekte en küçük bir tavize müsamahası yok. “Acaba aldığım maaşı hak edebiliyor muyum?” diye kaygılanmadığı gün olmuyor.

Bu düsturla çalışmayı, kimseyi ezmemeyi, geldiği yüksek makamların sarhoşluğuna kapılmamayı, mütevazılığı kuşanmış. Aile çevresinde de sözü en çok dinlenen, askerler arasında parmakla gösterilen örnek bir insan. Okumaya meftun, tarihi bir su gibi içiyor. “Ortadoğu ve Irak Meselesi” hakkında yüksek lisans yapmış; kırk yedi yaşında Arapça öğrenmeye ve doktoraya başlamış.

“Allah ahiretteki makamımızı güzel etsin.” duasını dilinden düşürmeyen Sait’in bu temiz yakarışının bulacağı cevap, yakın çevresine rüyalarda malum oluyor. Biri onu yükselen deniz suları arasında mütebessim kaybolurken görüyor, bir başkası Çanakkale Şehitliği’nde elinde valizle uzaklaşırken. Sait için sönmez bir kandilin yanacağı, aylar öncesinden kalplere doğuyor adeta.

15 Temmuz gecesi, kızından gelen telefonla bir şeylerin ters gittiğini haber alıyor Sait Ertürk. FETÖ’nün ordu içindeki gizli güçlerinin bir darbeye kalkıştıklarını anlar anlamaz harekete geçiyor. Yakın arkadaşı Piyade Albay Davut Ala ile yanlarına üç polis ve üç uzman çavuş alıp Kartaltepe’ye 66. Zırhlı Tugay’a geliyorlar. Aramayı bir gün bile ihmal etmediği annesine, “Merak etmeyin, sabaha kadar hepsini yakalayıp teslim edeceğiz.” diyor. Milleti, vatanı ve orada hiçbir şeyden haberi olmayan erleri kurtarmayı canından öte sayıyor.

Tugay’ın önünde biriken halkın arasına, “Milletin karşısına silahla çıkılmaz.” diyerek, onları teskin etmek için hücum yeleğini ve silahını bırakarak karışıyor. Tekbir sesleri ve alkışlar arasında bir vatandaş onun bu hareketine karşılık alnından öpüyor Sait’i. Nizamiyeden çıkmaya çalışan iki tankı durduruyor, üç helikopterin kalkışını engelliyor. Sesinin çıkabildiği kadar haykırıyor, “Devletten yana mısın yoksa hainlerden yana mısın?” Onun direnişiyle sarsılıyor ihanet çetesi. Bir helikopter iniyor ve sıcak çatışma başlıyor. İlk hedef Sait Albay!

Bir kör kurşun oracıkta ayırıyor ruhuyla bedenini. O şanlı asker arkasında milletine bir bir tarih dersi, bir kahramanlık destanı bırakarak şehadet burçlarına uzanıyor.

Allah ahiretteki makamımızı güzel etsin.” duasını dilinden düşürmeyen Sait’in bu temiz yakarışının bulacağı cevap, yakın çevresine rüyalarda malum oluyor. Biri onu yükselen deniz suları arasında mütebessim kaybolurken görüyor, bir başkası Çanakkale Şehitliği’nde elinde valizle uzaklaşırken.”

Onur KILIÇ

“Baba, bu evladın yüzünü güldürecek, göreceksin.”

“Ben köprüye gidiyorum baba, hakkını helal et. Gidiş olur dönüş olmaz, Türkiye çok karıştı.” dedi. Vatanın tek bekçisi gibi, sonunu düşünmeden ve her konuşmasında söylediği gibi cesurca çıkmıştı yola.”

Rizeli Onur Kılıç henüz yirmi üç yaşındaydı. 16 Temmuz günü Rize’ye gidecek ve ailesinin beğendiği kızla tanışacaktı. Gençliğinin baharında Türkmen Dağı’na gitmek istiyor, fakat babasını ve amcasını ikna edemiyordu. Vatan sevgisiyle büyütülmüştü ve nerede bir zulüm görse müdahale ediyordu. Paraya sıkışan biri varsa kendinde olmasa bile başkasından borç alıp sıkıntısını gideriyordu. Çevresinde çok sevilen bir gençti. En büyük hayaliyse çok para kazanarak anne babasına rahat bir hayat sağlamaktı.

Son günlerde dilinde, “Baba, yüzünü öyle bir güldüreceğim ki göreceksin. Benimle iftihar edeceksin.” deyip duruyordu. Babası memlekete beraber gitmek istemişti, ne yaptıysa oğlunu ikna edememiş, onlar önden gitmişti. Kısmetinde babasına verdiği sözü tutmak vardı Onur’un. Hain darbe girişimini haber aldığında, arkadaşlarıyla birlikte Ümraniye Emniyet Müdürlüğü’nün önüne geldi. Ancak burada kalmasını gerektirecek bir şey yoktu. Kendisini arayan amcasına, “Köprüye gidiyorum.” dedi. Amcasının ısrarıyla bir süre bekledi ve saat 22:15 civarında arabayla köprüye doğru yola çıktı.  Gidiş olur dönüş olmaz, Türkiye çok karıştı.” dedi.

Trafik sıkışınca arkadaşıyla arabadan inerek hızlı adımlarla yürümeye başladı. Beraber yola çıktığı arkadaşına, “Gel su alalım, o kadar insan var ihtiyaçları vardır.” dedi. Fakat açık yer bulamadan köprüye kadar geldiler.

Vatanın tek bekçisi gibi, sonunu düşünmeden ve her konuşmasında söylediği gibi cesurca çıkmıştı yola.

Onur, can pazarının tam ortasına düştü, etrafında şehit düşen, yaralanan insanları görmesine rağmen bir adım bile geri atmadı. Türkmen Dağı’nda olmasa da isim babalarından biri olduğu 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nde vatanı için, özgürlüğü için direniyordu.

Saat 03:00’ı geçmişken Onur ile yola çıkan arkadaşı, acı haberi verdi. Köprünün üstüne çıkmış hain keskin nişancı tek el ateş etmişti. Sekiz kişinin şehit düştüğü aynı noktada Onur’un kalbine isabet eden kurşun sırtından çıkmıştı. Elinden vurulan arkadaşının kollarına düştü. Çevredekilerin yardımıyla hastaneye kaldırıldığında artık her şey için çok geçti.

Vatan, askerliğini bitireli henüz iki yıl olmuş taze bir fidanını köprüde hain bir kurşuna teslim etmişti. Cihat duygusuyla yanıp tutuşan Onur Kılıç’ın tek isteğini yerine getirmişti. Şehit olarak babasının ve vatanının yüzünü güldürdü.

Murat NAİBOĞLU

“Hakkınızı helal edin; ben Müslüman olarak ölüyorum.”

Eşine son mesajında “Sen rahat ol, bir şey olmayacak. Bu işte kazanamayacaklar.” yazmıştı. Allah’tan başka kimseden korkmayan bir insandı.

Bir yıl önce Hac’a gitmişti. Kutsal toprakların tadına doyamamıştı. Kalbinde oluşan bu özlemi, en yakın zamanda bir tekrarla canlandırmak için sömestr tatilinde bir de umreye gitmek istiyordu. Arkadaşları ve eşi ile muhabbet ederken veballerden kurtuluş ve günahlardan af yolunun şehitlik olduğunu defalarca söylemişti. “Ölürsem, şehit olmak isterim.” diyordu.

Murat, kırk yaşında bir Rizeliydi. Beş kardeşli bir ailenin en küçük çocuğuydu. Ticaretle uğraşıyordu. Eşiyle tanıştığında kendisi yirmi iki, eşi on sekiz yaşındaydı. Okul, iş derken yedi yıl sonra evlenmişlerdi. Şehit olduğunda “Sol yanımı kaybettim.” diyecek olan eşi ile on yıllık evliydiler ve iki çocukları vardı. Bayramda Dikili’ye tatile gitmişlerdi. Annesi, babası, abisi, ablası hep beraber, yani tam bir büyük aile tatiliydi. İşi olduğu için o, perşembe günü İstanbul’a dönmüştü. Cuma akşamı evde arkadaşları ile buluşmayı planlamışlardı. Olaylar

çıkınca eşine sakince “Bir şey olmaz, sen merak etme.” diye yazdı. Ancak hadiseler büyüyordu.

TRT’de okunan bildiriyi görünce anladı durumu. Arkadaşları ile buluşma planını, sokağa çıkıp bir kalkışmaya engel olmak için mücadele buluşmasına çevirdi. Çıkarken yan evdeki yeğenlerine “Hepiniz evde durun…” dedi koruma duygusuyla.

Arkadaşları ile buluştu. Önce Kısıklı’ya gitmeye niyet ettiler, ancak Türk Telekom kuşatılmıştı ve onlar da çok yakındaydılar. Tankları görünce hemen arabadan atladı. Nasıl oluyordu bu? Kim, hangi yetkiyle, hangi amaçla, hangi kötü emeller için böyle bir işe girişiyordu? O bu düşünceler içerisinde askerlerin karşısına dikildi. Karşısındakilerin elbisesine bakınca yanıldı. “Siz ne yapıyorsunuz, niye buradasınız, niye böyle işler yapıyorsunuz?” diye sorular yönelterek söze başladı. Ama karşısındakilerin sadece elbisesi tanıdıktı, Murat için. O temiz elbiseye bürünmüş hain bedenler vardı ve onlar sorulardan hoşlanmıyordu. Sorular ki, sinsice yapılmış planların örtülerini üzerlerinden düşürür; sorular ki, son ana kadar saklanılan alçak planları gösterir; sorular ki, karanlıkta kalan kötü emelleri aydınlığın nuruyla boğar. Evet! Sorulardan hoşlanmadıkları için sadece, yanlarına gelerek konuşan, konuşmaya çalışan Murat’a onu susturmak için üç kurşun sıktılar. Büyük kötülüklere alet olmak için, hiç düşünmeden eylem yapan katil ruhlara ihtiyaç vardır ve bu da onlarda vardı. Bütün ülke bunu acı bir tecrübe ile öğrenecekti.

Vurulduğu zaman bilinci açıktı. O an yanında göremediği arkadaşlarını aradı, telefonla. Hemen buldular onu. “Hakkınızı helal edin; ben Müslüman olarak ölüyorum.” dedi. Şahit olsunlar istedi. Hemen hastaneye kaldırdılar. Numune Hastanesi o gece gelen yüzlerce yaralı gibi karşıladı, Murat’ı... Üç operasyon geçirdi. Ama çabalar neticeye ulaşamayacaktı. Çünkü başka bir netice, onu kendisine çağırıyordu: Kader... Ve sabaha karşı, o çok arzuladığı şehitliğe, yani kaderine yürüdü.

Eşiyle konuşamamıştı. Sadece mesajlar vardı gidip gelen. Herkese bir şey söylendi. Hastaneye gelince öğrendiler acı gerçeği. Gülümsüyordu; eşinin ifadesi ile anlatılamayacak, anlatılsa da inanılamayacak kadar gülümsüyordu. Bir şey söyleseniz cevap verecekti sanki, o kadar canlıydı, o kadar hayat doluydu; görenleri hayret ettirecek ve hayretten acılarını hafifletecek kadar...

Son tatilde üç kız kardeşi ile de sohbet edip, dünyanın geçiciliğinden ve ibadetleri bırakmamak gerektiğinden bahsetmişti. Umurunda olmayan dünyayı bırakmıştı Murat. Artık başka bir boyutta yaşıyordu. Etrafındaki insanlar, “Onlar ölü değiller.” ayetini yaşadılar. Kimisine yüzünde gösterdi bunu, kimisine rüyasında, “Ben ölmedim, yaşıyorum.” dedi.