Akif’in ‘Irk’ Kelimesini Kullanmasının Arka Planı

Akif’in ‘Irk’ Kelimesini Kullanmasının Arka Planı

Prof. Dr. Mümtazer Türköne, Millî Mücadele döneminde bugün algılanandan çok farklı olarak hissedilen endişenin boyutlarına dikkat çekerken, ciddi ölçüde ‘neslimiz tükeniyor / soyumuz yok oluyor’ korkusu taşındığına işaret ederek, 1916 yılında sırf nesil devam etsin diye evli askerlerin izne gönderildiğini kaydetti.

Türköne, İslâmcı olduğu herkesçe bilinen Cemaleddin Afganî’nin, ‘Vahdet-i Cinsiye (Irkiye) başlıklı makalesinde, , ‘Her Müslüman millet ırkçılık yapsın; kendi ırkına, kendi soyuna sahip çıksın. Ancak bu ırk taassubuyla, kendi soyuna, kendi ırkına sahip çıkmasıyla Müslümanlar biraz kendine gelip sonra aralarında da ittihadı sağlarlar ve bir Müslüman olarak Batı’ya karşı direnirler’ görüşünü dile getirdiğini belirterek, “Mehmed Akif’in mısraının arkasındaki dünya bu” dedi.

Millî Mücadelenin Manevî Kahramanları

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü tarafından düzenlenen “Millî Mücadelenin Manevî Kahramanları / Sebilürreşad, Mehmed Âkif ve Eşref Edip” başlıklı program, Fatih Ali Emîrî Efendi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.

Şehir Tiyatroları Müdürü Salih Efiloğlu, programın açılışında yaptığı konuşmada, Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Abdurrahman Şen’in başka bir programı sebebiyle bu programa katılamadığını belirterek selâmlarını iletti. Efiloğlu, “Böyle bir belgesele, böyle bir panele bu denli, hem Mehmed Akif’i hem de o dönemin diğer insanlarını çok iyi bilen, çok iyi tanıyan ve bizlere anlatma konusunda da bizleri gerçekten feyz alacağımız kişilerle buluşturduğundan dolayı Sayın Başkanımıza çok teşekkür ediyorum” dedi.

Senaristliğini ve Yönetmenliğini Gazeteci - Yönetmen Muharrem Coşkun’un üstlendiği 2 saatlik “Yoldaki Çığı” isimli belgeselin 1 saatlik özetinin gösterimiyle başlayan programda daha sonra panele geçildi.

Oturum Başkanlığını Muharrem Coşkun’un yaptığı panele konuşmacı olarak Prof. Dr. Mümtazer Türköne, Yrd. Doç. Dr. Akşin Somel, Araştırmacı Yazar Fahrettin Gün ve Gazeteci Yazar Mehmed Şevket Eygi katıldı.

Akif ırkçılık mı yaptı?

“İlk İslâmcılar ve 2. Meşrutiyet” başlıklı konuşmasını sunan Prof. Dr. Mümtazer Türköne, İstanbul Fatih Medresesi’nde eğitim görmüş olan ve 1976 yılında vefat eden dedesi Molla İsmail’den kendisine intikal eden Sırat’ı Müstakim dergilerinin, kendisinin bu konularla ilgilenmesine vesile olduğunu kaydetti.

Millî Mücadele döneminin, bütün bir İslâm tarihi boyunca yaşanmış en dehşetli, en zorlu dönemi olduğunu vurgulayan Türköne, o günlerde yaşanan ‘neslimiz kuruyacak’ endişesinin hangi boyutta olduğunu göstermesi bakımından, belgesini gördüğü ve 1916 yılında Şam’daki 6. Ordu tarafından Tokat’ın Reşadiye İlçesi’nden bir askere verilmiş bir izin tezkeresini dikkate sundu. Türköne, şöyle konuştu:

“Savaşın ortası. 1916 yılı. Asker niye izne gönderilir? Aynen şöyle yazıyor izin tezkeresinde: ‘Nüfusun tezayidi ve ziraatın tekasubu için’ diyor. Savaş devam ederken, özellikle Çanakkale ve Sarıkamış sonrasında –öncesi de var; Balkan Savaşları- ‘nesil tükeniyor’ korkusu yerleşmiş. Nesil sona eriyor… Yani yeryüzünde bırakın falanca ırkı, filanca ırkı, Müslüman kalmıyor. Böyle bir korku yerleşmiş Osmanlı Harbiye Nezareti’ne ve genelge göndermişler; sırf nüfus devam etsin diye evli olanlar gitsin, nişanlı olanlar evlensin dönsün, nesil devam etsin. Böyle bir endişe, böyle bir korku… Mehmed Akif’in şu mısraları, benim tüylerimi diken diken eder. Yani işte o İslâm tarihinin en dibe vurduğu noktayı belki en iyi ifade eden mısralardır: ‘Nur istiyoruz, sen bize yangın veriyorsun / Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun’ diye devam ediyor. Yani bakın, öyle bir isyan ki, ‘Ağzım kurusun, yok musun ey Adl-i İlahî’ diyor… Ne kadar dehşetli bir yeis, çaresizlik, ümitsizlik duygusu. Yani onu hissetmek lâzım. Hangi siyasî tablodur, hangi gerçek tablodur, insana bu mısraları söyleten, bunu hissetmek lâzım. İstiklâl Marşı’nın yazıldığı tarih, Mehmed Akif’in o mısraları yazdığı tarih, belki de kesin bir tarih vermek gerekirse, İslâm tarihinin en dip noktasıdır. Müslümanların izzetinin en dip noktaya indiği andır. Böyle bakmak lâzım. Ondan sonra fikirlere geçiyorsunuz. İşte Sırat-ı Müstakim dergisi, karşıda Türk Yurdu dergisi çıkıyor, Türkçüler bir de İslâmcılık yapmak için İslâm dergisi çıkartıyorlar. Bunun bir öncesi var; Namık Kemal’in Ziya Paşa’nın, Ali Suavi’nin yazıp çizdikleri var.”

O dönemdeki tablonun, bugün algıladığımızdan ne kadar farklı olduğunu yansıtabilmek için, Mehmed Akif’in ‘sana yok, ırkıma yok izmihlâl’ ifadesi üzerinde duran Türköne, şu değerlendirmede bulundu:

“Buradaki ‘ırk’ kelimesi ne anlama geliyor?’ diye soruyorlar. İşte bu ‘ırk’ kelimesinin ne olduğunu anlamak için, oradaki fikirleri, o arkadaki fonun içine yerleştirmek lâzım ki, anlayabilelim; yanlış bir netice, yanlış bir istidlale varmayalım. Evet, İslâm tarihin en zorlu dönemi, 19. Yüzyılın ikinci yarısında başlar. 1850’den sonra Hindistan’daki Babür İmparatorluğu’nun 1859’da yıkılmasından sonra yeryüzünde iki tane İslâm Devleti kalır. Biri Osmanlı Devleti, biri de İran. Bir de uzakta Fas var, o da bölgesel dengelerle varlığını sürdürüyor ama çok önemli değil. Hilafetin önem kazanması, bütün dünya Müslümanlarının, özellikle Hindistan’daki ve Endonezya’daki Müslümanların İstanbul’a gözlerini dikmesi, bu gelişmelerin eseri. Dünyanın her yerinde Müslümanlar, onurları zedelenmiş, Hıristiyan sömürge yönetimlerinin altında kendilerini çok zor durumda hissediyorlar. Mütefekkirler, o çağın düşünürleri, çareler arıyorlar. İşte (belgeselde) gördünüz, Sırat-ı Müstakim, bir basılıyor, matbaa yetiştiremiyor. Öyle bir açlık, öyle bir susuzluk var ki… 1912 yılında Türk Yurdu dergisinde, Mehmed Emin Resulzade’nin çevirdiği, Cemaleddin Afganî’nin bir makalesi var. ‘Vahdet-i Cinsiye’, parantez içinde ‘ırkiye’ fesefesi, diye bir makale. Cemaladdin Afganî, herkesin kabul ettiği üzere İslâmcı bir düşünür. Bu makalenin tezi şu: ‘Her Müslüman millet, ırkçılık yapsın’. Bakın, kullandığı tabir de bu; ‘cins’ kelimesi, ‘ırk’ manâsında kullanılıyor, ‘Her Müslüman millet ırkçılık yapsın; kendi ırkına, kendi soyuna sahip çıksın’. ‘Ancak bu ırk taassubuyla, kendi soyuna, kendi ırkına sahip çıkmasıyla Müslümanlar biraz kendine gelip sonra aralarında da ittihadı sağlarlar ve bir Müslüman olarak Batı’ya karşı direnirler’. Bakın, Cemaleddin Afganî gibi bir adamdan sadır olan ‘ırkçılığı savunan’ bir fikir; ama ırkçılığı falan savunduğu yok aslında. Yaptığı, çok savunmacı bir şey. Mehmed Akif’in mısraının arkasındaki dünya bu. 1916’da o izin tezkeresinde gördüğünüz gibi, ‘nesil sona eriyor’ korkusu… Mehmed Akif, İstiklâl Marşı’nı yazarken o mısrayla ‘nesil sona eriyor korkusuna kapılmayın’ diyor. ‘Irkıma yok izmihlâl’. Evet, bugün kullandığımız ırk kelimesi. Düz bir mantıkla okursanız, ‘Mehmed Akif, ırkçılık yapıyor’ dersiniz. Doğru, ırkı savunuyor ama kaybolan, yok olan bir neslin, soyun savunuculuğuna girişiyor; çünkü hakikaten ‘nesil sona eriyor’ korkusu var ve bu korku ile, bu endişe ile, bu panik halinde üretilmiş, ırkı, cinsi esas alan görüşler de var.”

Somel: İslâm dünyasındaki çöküntü, İslâm modernizmini doğurdu

Yrd. Doç. Dr. Akşin Somel de, “Sırat-ı Müstakim / Sebilürreşad, İttihat ve Terakki İlişkisi” başlıklı konuşmasında, Prof. Türköne’nin nüfusun muhafaza edilmesi konusunda verdiği örneğe ilâvede bulundu. 18. Yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı bürokrasisinde bir nesli kaybetme korkusu olduğunu belirten Somel, 1. Abdülhamid döneminden itibaren “ıskat-ı cenin”in yani kürtajın önlenmesi konusunda çabaların ortaya çıktığını söyledi.

Somel, “Ve bu, 1839 yılında, 2. Mahmud’un vefatından çok kısa süre önce, bir fermanla ıskat-ı cenin’in men edilmesi konusunda bir ferman çıkıyor. Bunu, 1858 Ceza Kanunnamesi’nde yine ıskat-ı cenin’in men edilmesi, bu konuda doktorların herhangi bir şekilde müdahale etmemeleri, ebe kadınların bu konuda özel olarak eğitilmesi gibi çeşitli önlemler alınıyor. Dolayısıyla neslin korunması, özellikle Müslüman nüfusun korunması konusunda çok ciddi kaygıların olduğu ve bu kaygıların, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden Cumhuriyet dönemine kadar, 1960’lara kadar hatta, bir şekilde nüfusun artırılması çabasının ne kadar önemli olduğuna dair çağrışımlar kafamda oluştu” dedi.

O dönemde ard arda yenilgiler yaşayan İslâm dünyasında maneviyatın çökkün vaziyette olduğunu belirten Somel, Batı dünyasının oryantalist bir yaklaşımla, İslâm’ın gelişmeye, ilerlemeye engel olduğu iddiasının propagandasının yapıldığına işaret etti. Bütün bu etkilerin sonucunda İslâm dünyasında ‘Biz neden geri kaldık’ konusunda entelektüel bir iç muhasebe başladığını kaydeden Somel, bu sürecin sonunda İslâm modernizminin başladığını kaydetti. Somel, İslâm Modernizmi’ni şöyle özetledi: Batı, aslında argümanlarında son derece haksız. İslâm dünyası bilim ve felsefe alanında Batı’dan çok çok üstündü. Fakat İslâm dünyası, zamanla İslâm’ın esaslarından uzaklaştı ve yozlaşma başladı. İslâm dünyası, akılcılığını kaybetti. Batı dünyası ise İslâm aklını iktibas ederek modernleşti, güç kazandı. İslâm, kesinlikle ilerlemeye engel değildir. Kaybettiğimiz bu özü tekrar kazanmamız gerekiyor. Batı’dan alacağımız teknoloji, bu anlamda aslında Batılılaşmak değil, kaybettiğimiz mirasımızı devralmaktır. Fakat bunu yaparken, İslâmî değerlerimizi muhafaza etmeliyiz.

Gün: Sebilürreşad, Millî Mücadele’nin irtibat bürosu haline geldi

Araştırmacı Yazar Fahrettin Gün de, “Millî Mücadele’de Sebilürreşad ve Tek Parti Yıllarında Eşref Edip’in Faaliyetleri” konulu bir konuşma yaptı.

Fahrettin Gün, Eşref Edip’in eserlerini yayınlama sürecini özetledi ve varislerinin isteği doğrultusunda 2 eserinin daha yayınlanmasıyla bütün eserlerinin yayınlanmış olacağını kaydetti.

Gün, “Millî Mücadele döneminde yayınlanan, millî hareketin başından sonuna kadar destek veren, mücadelenin kazanılmasında büyük rol oynayan ve Millî Mücadele’nin manevî cephesini teşkil eden basın organlarının başında, hiç kuşkusuz, Sebilürreşad mecmuası gelir. Bu mecmuanın da sahibi, Eşref Edip’tir. Başyazarı da Mehmed Akif Ersoy’dur” dedi. Gün, belli bir süre geçtikten sonra Sebilürreşad’ın yazıhanesinin, Millî Mücadele’nin irtibat bürosu haline geldiğini ve Millî Mücadele’ye tamamiyle destek verildiğini kaydetti.

“Mehmed Akif’in Millî Mücadele yıllarındaki bütün çalışmalarını Eşref Edip’e borçluyuz” diyen Gün, Eşref Edip’in olmadığı yerde, Akif’e dair bilginin de olmadığını söyledi. Gün, Mehmed Akif’in, Kastamonu Nasrullah Camisi’nde konuşmalar yaptığını, Eşref Edip’in de bu konuşmaları yazıya geçirerek Sebilürreşad’da yayınladığını belirterek, “Bu Sebilürreşad, binlerce, on binlerce nüsha Anadolu’ya dağıtılır ve Millî Mücadele’nin manevî hareketinin sembolü haline gelir” diye konuştu.

Fahrettin Gün, daha sonra Akif ve Edip’in Ankara’ya giderek Mustafa Kemal’le görüştüklerini belirterek şunları söyledi:

“Bu süreç içerisinde bu görüşme bence önemlidir. Mehmed Akif, bu görüşmede tek kelime konuşmaz. Mustafa Kemal Paşa’nın her sorduğu soruya Mehmed Akif, açık yüreklilikle cevap verir ve konuşma bittikten sonra Mehmed Akif, Eşref Edip’e çok kızar. Bu kızması, önemlidir; çünkü bu bize şunu göstermektedir: Mehmed Akif, ciddi biçimde Mustafa Kemal Paşa’ya karşı bu noktada bir kaygısı söz konusudur. Belki çok sonradan söylemem gereken bir şeyi hemen söyleyeyim: Şeyhülislâm Mustafa Sabri, 1925’li, 1930’lu yıllardan sonra Mehmed Akif’le Mısır’da buluştuktan sonra Hilvan’da, ona sert bir şekilde biraz da nazire yaparak ‘Siz Ankara’ya gittiniz, destek oldunuz’ ifadesi söz konusudur. ‘Vatan elden gidiyordu, yapacak bir şey yoktu. Biz de bunun üzerine Venizelos yerine Mustafa Kemal’i desteklemek zorunda kaldık’ ifadesi, Mehmed Akif’in bir ifadesidir ve bu süreç devam ederken, Mehmed Akif’in demek ki o noktada bir kaygısı vardır.”

Gün, “Mehmed Akif Ankara’ya varıncaya kadar Millî Mücadele Hareketi, Ankara ve Anadolu tarafından İttihat ve Terakki’nin bir oyunu olarak telâkki edilir ve ne zaman Mehmed Akif Ankara’ya varır, orada Hacı Bayram Camisi’nde konuşma yaptıktan sonra, artık Millî Mücadele hareketi başlamış olur” dedi.

Mehmed Akif’in Meclis’te çok fazla konuşmadığını belirten Gün, Sultan Vahdettin’e gönderilecek bir mektubun üslûbunu çok sert bulan Akif’in, ifadelerin değiştirilmesini istediğini, bu sebeple de Mustafa Kemal’in, üstü örtülü bir şekilde Akif’i Sevr’i savunmakla suçladığını söyledi.

Coşkun: Anadolu, tereddütlerini Sebilürreşad’la aştı

Oturum Başkanı Muharrem Coşkun da, Mustafa Kemal’in İstanbul’dan Anadolu’ya gönderilmesi kararnamesinde Damat Ferit’in de imzası olduğuna işaret etti. Coşkun, şöyle konuştu:

“Anadolu halkının kafasında kocaman bir soru işareti var: ‘Acaba İttihat ve Terakki, yeni bir oyun peşinde mi? Biz, yanlış mı yaparız, yoksa Anadolu’daki hareketin yanında mı yer almalıyız? İşte Akif’in Kastamonu konuşması, Balıkesir konuşması, başka yerlerdeki nutukları ve Sebilürreşad’ın yayını, bu insanların kafasındaki soruyu netleştiren ve tavır almalarını ortaya koyan bir rol oynuyor. Bu çok önemli; çünkü Mustafa Kemal de Sebilürreşad’ı aslında Anadolu’ya bunun için çağırıyor. Akif, otorite bir isim. Bir karizması var ve bir sözü var; Anadolu insanını etkileyen bir yönü var.”

Türköne: Devlet İslâmcılık değil Osmanlıcılık yapmıştır

Prof. Dr. Mümtazer Türköne, 2. oturumda yaptığı konuşmada, “İslâmiyet’i merkeze alıp onun esaslarını bir hayat nizamı, bir dünya nizamı olarak gerçekleştirmeye çalışmak ile bir İslâmlık politikası ile Müslüman halkları İslâm dünyasının bulunduğu o zelil durumdan kurtarmaya çalışmanın” farklı şeyler olduğunu belirterek, “Bizim ‘İslâmcılık’ dediğimiz ve takip ettiğimiz, büyük ölçüde ikincisi” dedi.

Türköne, “Meselâ Namık Kemal, Celâlettin Harzemşah’ı yazarken, işte ‘Ben, İslâm adına bir ittihad arıyorum’ diyor Celâlettin Harzemşah. Muhtemelen bunu yazarken Namık Kemal’in sarhoş olduğuna çok takılmamanız gerekiyor. 93 Harbi’nden sonra sabah kahvaltısından itibaren içmeye başlıyor Namık Kemal ve biraz da karaciğerinden dolayı çok erken yaşta hayata gözlerini yumuyor. 44 yaşında gencecik bir adam. Diğerleri için de geçerli bu” diye konuştu.

Devletin uygulayabileceği en makul politikanın İslâmcılık değil Osmanlıcılık olduğunu belirten Türköne, İslâmcılık politikasının hiçbir zaman Osmanlı Devleti tarafından resmen benimsenen ve uygulanan bir politika olmadığını kaydetti.

(Devam edecek…)